Post by CursedFeanor on Jun 19, 2013 14:35:22 GMT 3
Ay ile Güneşin Buluşması
-Bölüm I-
Bir Kölenin Yalnızlığı
Evin, toprağın ve asaletin sahibi, inanılmaz bir lütufta bulunmuştu. Kendisine şiirleri okuması ve hatta şarkılar yazması için kölesine kütüphanesinden kitaplar seçmesine izin vermişti. Bu, sanki azat edilmek gibi görülebilirdi ancak hala aynı dünyanın bağları, prangaları içten içe devam etmekteydi.
Kütüphane malikânenin Güneye bakan, kanadında yer alıyordu. Sıcak bir kış geçirmek isteyen biri için şöminesi hep yanardı. Yerlerde halılar, okuma koltukları ve geniş pencereleri ile dışarıdaki dünyanın zorluklarını unutturmaya çalışan bir yerdi. Işık her zaman içinde bulunduğunuz ruh hali ile uyumlu gibiydi. Ve bu evde, en hâkim olan ruh hali hüzünlü bir sonbaharda, yurdundan çok uzaklarda yaşayanlarınki idi.
Kölenin adı Silmolin idi. Anlamı ayın müziği idi. Bu; erkek çocuğa daha onlu yaşlarında, bu eve geldiğinde konulmuş bir addı. Öncesinde adının ne olduğu sır gibi saklıydı. Çocukluğundan beri bu malikâne’de yaşamış ve şimdi bir elf için yetişkinlik yaşı olan 50. yaşına girecek olan Silmolin, artık bir ödülü hak ediyordu evin efendisinin gözünde. Yıllar bu malikânede önemini yitirse de bu köle için bu yıl önemli idi. Şimdiye kadar azat edilen kimseyi görmemişti elf ancak şimdiye kadar kütüphaneye tek başına girmesine müsaade edilen kimsenin olmadığı da biliniyordu.
El yazması ciltlere ilk dokunduğunda içinde bir duygu… Tam bir yalnızlık hissi kitapların sayfalarını aşıp ciltlere yansımıştı. İnsanların dünyasında bir elf, yalnız bu düşman topraklarda kurtarıcısız. Peki, efendisi ondan farklı mıydı ki. Kitaplar onunla konuşur iken efendilerini anlatır mıydı?
*Kaynak: İsimler için kullanılan sözlüğün adresi- www.ohtar.com/fantasy/dictionary.htm
Resim: daydreamer-art.deviantart.com/art/Sun-and-Moon-164750967?moodonly=1 by starwoodarts.deviantart.com/
---------------------------------------------------
Akşam vakti geliyor, okunacakları seçmeli. Okunacakları seçmeli ki sonbahar ile kışın buluşmasına layık bir hüzünde kitabın tadını çıkartmalı. Heyhat ağlayan kitaplar değildi, anlamak zor değildi: Malikânenin tüm duvarlarına bu sinmişti. Ağlayanlar bu soğuk dünyaya bağlı olanlardı. Kitapların yalnızlığında seçtiği, uzun yıllardır gözü takılanlardan biri olacaktı; ”Bir Hatıra: Elwin ve Shaera”.
Saatler geçtikçe kitabın içinde kaybolan Silmolin, “Acaba? Acaba Elwin nasıl oldu da bu şiiri yazdı, nasıl oldu da şarkısını Shaera söyledi ki son mısraları nasıl birlikte Dünya’ya fısıldadılar. Asla bilemeyeceğim sanırım.” İşte, kendi kendine şiiri tekrarladı bir gün özgür kalırsa asla bu şiiri unutmayacaktı. O zor yaşamın içinde tutunduğu kitabın kahramanlarının birlikte söylediği şarkıyı mutlaka birçok kez mırıldanacaktı.
Malikânede, şimdi Silmolin’in dilinden Ay ile Güneş’in Buluşması’nın hikâyesi yankılanıyordu. Herkes bir dakikalığına da olsa onu dinleyecekti ve hayat yine de devam edecekti.
Ay ile Güneşin Buluşması
Bütün oyunların en güzeli
Bugün için çok beklettin
Gökyüzüne bakmamı isteyen
Çok beklettin
Geceyi temsil eden Ay
Sevdiğim yüzünü gösterip
Aranorn’da hayat olacağını
Onun elf olacağını söylemek için
Çok beklettin
Kaybettiğimiz her dost için
Gecenin gündüze karışacağı ana kadar
Dost demekten çekinmeyeceğim Ay
Elf dostu olduğunu bilmez miyim?
Ama yine de bizleri
Çok beklettin
İşte zamanıdır, söylemek istediklerin için
O güzel oyunu oynamadan önce
Elf demek için, dost demek için
Kampımızın üstünde ormanın açıklığında
Gülümseyen Ay, sevgiyi
Bin kere daha söylemeyi
Çok beklettin
İşte Gün geliyor,
Soğuğu iliklerimizde hissedebiliyoruz
Bizi sevdiğini söyleyen biri daha var
Kıskanman için, elf demen için
Güneş ile buluştuğun anda
O sözü fısıldayacaktın
“Aranorn, artık elf diyarı”
Emindik dostluğundan, ne iyi oldu bizi beklettin.
------------------------------------------------------
Ve Silmolin’in sesinde, bir anlığına özgürdüler: Efendiler ve köleler. Büyülü müzikte, her biri Elwin ve Shaera idi, sadece o anlık. Sonrasındaki sessizlik ise en korkunç olandı yapayalnız bir dünya, tüm ev halkı için, tüm kitaplar için. Bir kölenin yalnızlığını unutturduğu için kızmalı mıydılar? Onlara birkaç dakikalığına Ay ile Güneşin Buluşması’nı söyleyen sese sadece hayrandılar, sevmeleri beklenmese de hayrandılar.
Son notalar ile derinlerden gelen, ana giriş kapısındaki seslerdi. Lord Paleadon’un gür sesi seçilebiliyordu. Etrafındakilere emirlerini veriyordu ve konukları için hazırlıkların başlamasını baş kâhyadan istiyordu. Ailenin fertleri olan kızı ve oğluna sarıldığında ise kısa süre de olsa huzurlu bir sessizlik sağlanıyordu. Çocuklardan Elistra on yaşında abisi ise on üç yaşında idi.
“Gel buraya Arcanian, gel ki bir sarılayım evladıma” diyen Lord Paleadon’un en insani olduğu anlar bunlardı. Arcanian oldukça güçlü tıpkı babası gibi ilerde savaş lordu olmaya ant içmiş bir yeni yetme idi. Sarılırken heyecan ile kendini tutamadan soracaktı:
“Yaran yoktur umarım saygıdeğer Lordum?”
Paleadon kahkahayı basacaktı, savaş yaraları ile sertleşmiş yüzünde bu kahkaha biraz olsun insan olduğunu anımsatacak bir ifade verecekti:
“Yara almadan bir savaştan çıkamazsın evlat!” sarılırlarken arkalarında onları bekleyen sapsarı kısa saçları, gri bilyeler gibi gözleri ile dünyanın en sevimli çocuklarından biri olan Elistra nerede ise ağlayacak gibi bir halde idi. Paleadon bunu fark etmekte gecikmedi, kendini Arcanian’dan ayırabildiğinde:
“Söyleyin, bu kızın gözyaşının değerini bilmeyen var mı bu evde”
Tek ses çıkmadı, taa ki Silmolin şarkıya tekrar başlayıncaya kadar. Ay ile Güneşin Buluşmasını söyleyecekti ki bu uzaklardan gelen melodi, herkesin içini titretecekti.
----------------------------------------------------------------------
Bu civardaki tek elf Silmolin idi. Şimdiye kadar hayatlarında tek elf görmeyenler onun gizemine ve hüzün dolu konuşmalarına hayran kalıyor, onunla zaman geçirmeyi istiyorlardı. Oysa onun bir köle olduğunu biliyorlardı, nasıl olmuştu, nerelerden gelmişti. Bunları bilen tek kişi, evin 20 yıldır efendisi olan Paleadon’dan başkası değildi. Paleadon, babasından emanet aldığı her şey gibi Silmolin’in hikâyesini de almıştı. Ve bu savaşçı derebeyi asla işine karışılmasını sevmediği gibi, emrindekilerin diğerleri tarafından zarar görmesini önlemekte kararlı biri olarak tanınırdı.
İşte o gece için konuklar gelmeden önce şarkıyı dinlediler, yarısında ses artık evin içinden gelmiyordu. Pencerenin yanına yöneldiler. Elf tüm dünyayı durdurmuş gibiydi. Tek bir gözyaşı akamazdı, tek kelime edilemez, ne bir kahkaha ne bir tebessüm olamazdı. Bir tek, kölenin yalnızlığını hissedebilirdiniz. Sevdikleriniz yanınızda size sarılsa bile, o şarkıyı söyler iken şu sözler dökülürdü dudaklardan:
“Beni, terk etme, gerektiği sürece yanımda ol.”
Paleadon şarkı sürerken, elleri çocuklarının omuzlarında iken tek söz etmez. Onu terk edecek sadece onlar vardır. Ve uzun yıllar beraber yaşayacaklarına emindir. Hepsi Silmolin’in görüntüsü ve sesi ile büyülenmişti. Bir kaç dakika sonra her şey yaşam için devam edecekti. Ve öyle oldu kölenin yalnızlığında, herkes yine konuşmaya başladı. Bir telaş dünyalarını tekrar sardı. Gelecek konuklar vardı, anlatılacak savaşlar ve hasret giderilecek sevilenler.
--------------------------------------------------------------
“Şimdi, daha iyi anlıyorum. Bir kez olsun elf yurdunda olmak istememin sebebini… Böylesi şarkılar duymayı kim istemezdi ki. Kendi kendine söylemek değil, biri ile… Öyle ki o biri seni seçmiş ise. ”
Silmolin’in her zaman yaptığı gibi kendi kendine konuştuğu anlardan biri diye düşünenler yanılacaktı. O sırada yaşlı meşe ile konuşuyordu. Geniş gövdesine sırtını dayamış, tüm dünyayı bildiğini düşündüğü meşeye, dert yanıyordu. Meşe konuşacak mıydı? Bu elfi dinlediği şüphe götürmezdi. Bir gün konuşacak mıydı o heybetli, kadim ağaç.
Umutsuzluk içine sürüklenmeden önce kitaba sarılacaktı elf. “Sana da okumamı istersin bilirim Meşe, senin için akşamı yaşanır kılmak…” Güneş çoktan onlardan ayrılmış iken bir kölenin yalnızlığında, kimse onları rahatsız etmeyecekti. Dünya’dan bihaber orada kalmasına izin vereceklerdi.
I.Bölüm Sonu
----------------------------------------------------------------
-Bölüm II-
Konuklara Hazırlık
Şarkı biteli dakikalar geçmişti ki Paleadon çocuklarının yanından ayrılacaktı. Onlarla hasret gidermek için daha çok zamanı olacağını düşünüyor, gece için konukları olduğunu tekrarlayıp duruyordu. Evde bir koşuşturmaca başlamıştı bile. Zamanı durduracak tek bir ses, tek bir nefes yoktu.
“Acele et şu atları hazır etsinler 1 saatlik zamanım var!” seyise Paleadon’un emirleri…
Ve cevap:
“En iyileri hazır Lordum, istediğiniz gibi siyah olan gece için.”
“Hmmm sonunda aklı başında bir adam. Çıkıyorum bir saate kadar her şeyi hazır edin.” Etrafında toplanmış kullarına sözü…
Ahırlara yürürken kendi kendine: “ Bilmeliyim, bilmeliyim…”
Emir subayına at binmeleri emri: ”Yine oraya gidiyoruz!”
Bu karanlık bir dünya idi. Dünyaları Morwen'de ona uyum sağlayanlar hayatta kalabilirdi. Öyle ki bu dünya'ya ismini koyan elfler bu ismi seçmişlerdi, Morwen: Karanlığın kızı. En küçük yolculuk bile ölümle defalarca karşılaşma ihtimali demekti. Paleadon’un kendisi de dâhil olmak üzere on kişi kendi topraklarındaki küçük yolculuğa çıkacaktı.
Atların çıkarttığı gümbürtü, malikânenin dış kapılarının açılışına karıştığında herkesin gözlerindeki korku görülebiliyordu. Herkesin aklındaki dışarıya açılan dünyalarına saldırı olup olmayacağındandı. Gece yolculuğu mu? Lordları dünyalarının en çılgın insanlarından biri olmalı idi.
Resim: browse.deviantart.com/?q=warlord&offset=120#/d18psv5 by griatch-art.deviantart.com/
-----------------------------------------------------
Atları çılgınlar gibi koşturuyorlardı. Hepsinin hafif eğimli elf yapımı kılıçları yolculuk boyunca kullanılmak üzere kınlarından çekilmiş hazır bekliyordu. Sadece Paleadon, yine elf yapımı atalarından kalma bir mızrak taşıyordu. Şimdiye kadar geçirdiği savaşlarda ün kazanmış Qualme; Acıölüm defalarca hayatını kurtarmıştı.
Daha önce söylediği gibi savaşta yara alacak kadar ön saflarda bulunurdu Paleadon ve bunu görenler ona saygı duyardı. Tıpkı emir subayı Aryante gibi. Bu dişi insana, elfçe isim takılmıştı ki bu son zamanlarda çok görülen bir şeydi. Kadim olanlara hayranlık sonsuz gibiydi. Onlarla savaşanlar olsa bile onların bu dünyadaki en gizemli ahali olduğunu düşünüyorlardı. Paleadon’un bağlı olduğu kral da bu görüşte idi.
Aryante; kılıcı ile tam Palaedon’u hedef alan gözle görülmesi zor zehirli sarmaşıklardan birini kesecekti. Ardından grubundaki herkes benzer işi yol boyunca yapacaktı. Atlar çılgınca sürülse de düşük seviyeli düşmanlar doğanın kızgınlığını yansıtırcasına saldırmaya devam edecekti. Yüzyıllardır değişim geçirmiş, atalarının toprak elementleri olduğu düşünülen, zorlu rakiplerden biri nauca toprak cüceleri de karanlıkta karşılarına çıkanlardan olacaktı. Konuşmaya zaman yoktu ve hiçbir gereklilik. Aslında grubumuz şanslı idi. Bu sadece bir keşif koluydu. 3 kişi olarak dolaşırlardı. Hiç hız kesmediler. 2 adam naucaların baltaları ile ağır yaralanacaktı. Kılıçlar kullanılırken Paleadon korkutucu bir haykırış ile:
“Dünyanın lanetli varlıkları mızrağım Qualme önünde diz çökün!”
Ve karanlığa karışan çığlıklara, haykırışlara millerce öteden kulak kabartanlar… Konuşan orman:
“Qualme”
“Qualme, duydun mu? Dönmüş…”
Yollarındakiler şimdi daha fazla çekiniyordu. Ay yarım hali ile bulutların arasından kendini göstermişti ki, bu küçük çatışmalara ara verildiği anlamına geliyordu. Ay ışığında varacakları yere daha bir güvenle ilerleyeceklerdi.
-------------------------------------------
Birkaç dakika sonra istedikleri gibi yolculuklarının amacı olanlara ulaşacaklardı. Sık çam ormanının sınırlarındaki bir mağarayı hedeflemişlerdi. Mağaranın etrafını sarıp sarmalayan bir büyü olduğu şüphe götürmezdi. Ve içeriden girişe yansıyan ışık ilkel zamanları anımsatıyordu.
Hep birlikte büyünün sınırını geçtiler. Bunu her yapışlarında “Acaba bu kez sonum geldi mi ?” diye düşünmekten kendilerini alamıyorlardı. Paleadon yaralıları taşıyanlara öncelik verdi. Ve yine o savaşçı gür sesi ile diğerlerine atlara dikkat etmelerini tembihledi.
“Eğer atları kaybederseniz, kendinize şu ormanda bir yaşam aramalısınız. Hiç biriniz benim evimde yer bulamazsınız ona göre.”
Aryante’de son olarak etrafına bakınıp öndeki gruba katıldı. 6 kişi gölgelerin kol gezdiği mağaraya girmişti.
Fısıltılar ve fısıltılar, basit olandan karmaşığa, herkese farklı gelen fısıltılar. Herkesi sorguya çeken, her gireni avucunun içine alan fısıltılar. Sadece Paleadon’a tek bir ses etmeyen fısıltılar. Öyle ki Aryante, kendi etrafında defalarca dönecekti, kılıcına davranma noktasına gelecekken bunu fark eden lordu, elini omzuna koyarak:
“Onlara bir şey söyleme.”
Işık kızıl rengine büründüğünde, mağaranın sonsuza kadar süreceğini düşünen diğer adamlar, daha bir panikleyecek:
“Lordum, doğru yoldayız öyle değil mi?”
“Yürüyün.”
Sonunda ulaştıkları Druid’in yaşadığı yerdi. Kendisine Druid diyen bu kadın, tüm druidlerin en bilgesi olduğunu mu iddia ediyordu? Yaşlı görünümünün saklayamadığı parlayan gözleri, sonsuz yaşamın sırrını bulmuş birine ait gibiydi. Gelenlere tek söz etmedi. Yaralıları onun eline teslim ettiler.
Paleadon eldivenlerini çıkartıp: “Taş ile görüşmeliyim”.
Druid, bıkkın: “Tabii o seninle konuşursa? Adaklar?”
Paleadon, Aryante’ye işaret ederek: ”İşte, iki küçük şişe toprak cücesi nauca kanı, nadir bulunur bilirsin.”
Druid bu sefer altın bulmuşçasına istekli: “Haydi o zaman git git.”
Büyünün gözlerden gizlediği bir geçit açılacaktı duvarda ve Paleadon tek başına bu geçide girip karanlıkta kaybolacaktı.
----------------------------------------------------------
Lordları aralarından ayrılır ayrılmaz, , içeriye soğuk rüzgârlar getiren geçit kapandı. Kanlarını donduran bu görüntü ve soğuk rüzgâr bu gözü pek muhafız birliğinin savaşçılarını her şeyden çok sarsmıştı. Şimdi dünya ile yalnız kalmışlardı.
Druid’in yaşadığı yer karmakarışık birkaç gözden oluşan, içinde doğadan ve doğanın dışından olan pek çok biriktirilmiş şeyi barındıran bir yerdi. Kökler, iksir dolapları, kötü kokusu büyü ile hissedilmemesi için azaltılmış doğanın ölü varlıkları. Bin bir türlü parlak taş, her biri hazine değerinde, bu mağarada idi.
Daha fazla korkmamaları için bu sefer sevecen bir ses ile muhafızların lideri olduğunu anladığı Aryante ile konuşacak, onları bir şeyler içmeye ikna edecekti Druid:
“ İşte bu iksirler içilmeli, kanamaları durduracak ve bu sırada yaralar ile ilgileneceğiz. Haydi, öyle bakıp durmayın…”
Haykırışlar, acı acı belleklerde yerini alırken. İki muhafız yaşamı tekrar içlerinde hissettiren iksirler ile derin uykuya dalacaktı. Bundan sonra günlerce sürecek doğa büyüleri, otlar ve biraz da şans dilekleri ile yaşama dönmeleri için elden gelen yapılacaktı.
“Daha önce gelmeseydiniz, onları unutun derdim. İsmini fısıltılara sordum, konuşmamışsın, şimdi söylemek ister misin?”
Aklı lordunda olan Aryante, duvarda elini dolaştırırken: “Aryante.”
“Aryante, sanırım bu dünyanın ihtiyaç duyduğu isimlerden biri; Gün getiren. Karanlıklar etrafı sarmadan senin gibilere ihtiyacımız var.”
Genç kadın cevaplar: “Benim gibiler, derken benim nasıl biri olduğumu kastediyorsun?”
Yaralı muhafızlara büyülü sözler söylemek için, bir an konuşmaya ara veren Druid sonrasında cevap verecekti.
“Umudu olan.”
---------------------------------------------------------
Paleadon, daha önce de bu geçitlere girmişti. Ama her seferinde o dondurucu soğuğu iliklerinde hissetmekten nefret ediyordu. Önünde gideceği yönü gösteren bir kılavuz vardı. Bu geçitlere ilk kez girdiğinde bu kılavuzun düşman olabileceğinden şüphelenmemiş değildi. Aslında hala ona tam güvenemiyordu. Yolu gösteren Farie adındaki elinden küçük, bir göl perisi idi.
Geçitlerin sonunda vardıkları yer büyük bir yer altı gölünün olduğu galeri idi. Peri evine kavuşmanın mutluluğunu yaşarken kısa konuşacaktı:
“İnsan lorduna hizmet etmek zevkti. Çıkışta tekrar görüşürüz.” Konuşmaların gizliliği için orayı gölün içine dalarak terk edecekti Farie.
Paleadon zoraki bir gülümseme ile onun gittiğinden emin olduktan sonra, dikitlerin arasında dolaşmaya başlayacaktı. İçerisi yarı aydınlıktı. Göle büyülü bir ışık vuruyor, bu ise tüm galeride yansımalara yol açıyordu. Paleadon söze girdi:
“Taş, benimle konuşur musun? İşte sorular ile karşındayım. Tüm Morwen’i etkilemek için değil, basit sorular için geldim.”
Önce sarkıtlardan göle düşen damlaların dışında bir ses yoktu. Biraz sabır gerekiyordu. Ve sonrasında dikitlerdeki ışık oyunları, yaşlı bir büyücüyü andıran görüntü olarak görülecekti. Sanki su sesi gibi bir ses cevap verecekti bu sefer:
“Sor Palador oğlu Paleadon…”
Paleadon bu kadar çabuk bir ses duymayı beklemese de aklındakileri derhal soracaktı:
“Kimseye tam güvenmesem de yakındakilerden düşmanlık beklemeli miyim?”
Dikitlerde dolaşan birinin görüntüsünü takip etmek zor olsa da tam yanı başında belirip gözlerini açmış, uzun beyaz saçları, kalın siyah kaşları ile korku verici bir ifade belirecekti. Ama korku bilmeyen Paleadon’u etkilemesi zordu. Sadece sözleri etkili olacaktı:
“Cüceye uzun yıllar güvenebilirsin. Diğer ikisi bildiğin gibi, içlerindeki kıskançlığı hissetmedin mi?”
“Ya kral? Kral ile çarpışmam gerekebilir mi?”
“O zaten diğerlerine bağlı. Diğerlerini elinde tut ki, güçlü ol. Bunları biliyorsun asıl sorunu sor!”
Paleadon bu sefer rahatsız: “Oğlum Arcanian, yerimi alacak güçte mi? Onun önünde birileri var mı?”
“Çocuk senden daha büyük bir savaşçı olacak.”
Paleadon, cevaplarını almıştı. Göle yerde bulduğu çakıl taşını atması ile dikitlerdeki görüntü, sadece ışık oyunlarına dönüşecekti. Farie tekrar yol göstermek için gölden çıkacaktı.
Farie:”Evet lordum gidelim.”
II. Bölüm Sonu
--------------------------------------------------------------------
-Bölüm III-
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
“Haydi ama gecikiyoruz, güvenli yol bile olsa, yarısını gün batmadan gitmeyi tercih ederim.” Bu sözler acele etmeleri gerektiğinin en az onuncu defa tekrarlanmasından öteye gidemeyecekti. Cücelerin oluşturduğu topluluğun kimlerin gideceğine karar vermesi güçtü:
“İşte…” dedi Thundorin “…Sadece ben ve ailem yazıyor. Okumanı tavsiye ederim danışmanlarım demiyor.”
Bu son sözü ile alınmış bir iki cüce küsmüş çocuklar gibi odayı terk edecekti: “İyi o zaman!”
Hala şoktaki Thundorin ise artlarından bağırmak için birkaç saniye duraksayıp: ”Evet ,iyi o zaman!”
Cüce Efendisi, hazırlıkların daha fazla sürmesinden rahatsızlığını on birinci defa belirttiğinde. Eşi ile dünyalarının görebileceği en iyi yansıtan aynasında, kendilerine bakıyordu.
“Harikasın Anvilin sevgili eşim, hadi bakalım hadi bakalım şu gençleri hareketlendir.”
Biri on dört, diğeri on yedi yaşında iki oğlunun onlarla geleceğinden emin olmak istiyordu. İşte o anda müziği tutturan madenden sesler yankılanacaktı, günün getirdiklerini kutluyorlardı:
Lonely Mountan Band- The anvil procession
minstrelsongs.com/track/the-anvil-procession
Hemen şimdi hemen başla işe,
Dağın altında bizi bekler,
En parlak olanı bulalım diye,
Gizlemiş tanrı Thundor.
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
Haydi vur keskiye çekici,
Haydi yemeği ihmal etme
Bizim için pişti,
Gözünün önünde,
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
Önce kim bulursa onun olacak
Payını verdiğinde Efendiye
Geri kalanı ile ömür boyu
Yemek alacak
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
Devir biraları,
Önce kim kazarsa
Önce o bulacak,
Kutlamalar onun olacak
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
“Hmm homm hmm işte, geldiler bile, bin tane cüce soru soracak şimdi, haydi artık çıkalım şu yola.”
“İmkansız, imkansız…” diye içeri giren az önceki danışman olacaktı. Bu dağın kalbindeki evde, en son istenen efendi cücenin yapacağı bir yolculuk olacağı bilinen bir şeydi.
“Al işte kaçamadık!” Thundorin başına geleceklerden ümitsiz, içeri dolacakları beklemeye başlayacaktı.
Resim: browse.deviantart.com/?qh=§ion=&global=1&q=dwarves+and+city#/d5o7zi2
by kanaru92.deviantart.com/
-----------------------------------------------------------
Şimdiye kadar cücelerin gördüğü efendilerin içinde en iyi savaşçıları yetiştiren Thundorin, günlük işlerden öylesine sıkılmıştı ki bu yolculuk için can atıyordu. Sorular ile gelenleri henüz on yedi yaşındaki oğlu Arkentor yanıtlayacaktı.
Savaşçı yolu seçen Arkentor, aynı zamanda karizmatik bir lider olacak gibiydi. Diğer cücelerden en az birkaç parmak uzun boyu, simsiyah arkaya uzanan örülmüş saçları, parlak siyah gözleri, çenesinden göğüs kafesine kadar örülü, madenlerle süslü sakalı ve keskin yüz hatları ile fiziksel özellikleri onu ön plana çıkarmaktaydı.
Ancak tüm bunların ötesinde kim oldukları ile ilgili konuşmaları dikkat çekiyordu. Tıpkı ataları gibi savaş verdikleri her seferinde anımsatıyordu. Kapıya dayananları o karşılayacaktı. Basit şarkılarını gülümseme ile karşıladığı halde gelenlere şunları söyleyecekti:
“Çekiç çalışacak ki hayat başlayacak. Thundor yaşamalarını isteyecek, hep müziğinde onlardan söz edecek. Yaptığını yok etmeyi göze alacak, ama müzik dur diyecek onlarda sen varsın. Senden olanlar, senin için binlerce yıl dünyamız Morwen üstünde yaşayacaklar. Senin sesin olacaklar. Çekiç çalışacak, isimsiz dağlar adlandırılacak, en derinlerde en parlak olan bulunacak ve bu halk asla boyun eğmeden yaşayacak.
Sağ kalan son cüce çekici kullanan son taş ustası resmini yapacak ve ‘Ulu Thundor’, diyecek ‘şerefimizle yaşadık ve tanrılar bizi böyle bilecek.’ Son harfleri kazır iken eli titremeyecek, kararlı, müziğin sesi ile büyülenmiş cüce, krallarına yaraşır hikâyesini böyle tamamlayacak. Atalarının yanına giderken aklında tek tereddüt kırıntısı olmayacak.”
Herkes bir anda ciddiyetine bürünecekti ve Arkentor’un davet eden cümlesi ile derin bir nefes alıp sırayla kabul salonuna gireceklerdi:
“ Şimdi yola çıkıyoruz, Morwen’in ormanlarında başıboş düşmanlara karşı, iyi dileklerinizi sunun babam Efendi Thundorin’e…”
minstrelsongs.com/track/a-history-of-the-dwarves
------------------------------------------------------------
Cüceler
Kimi daha çekiç, kazma elinde iken koşturmuştu. Kimi efendisine baltasını sunacağını onu da yanına almasını söyleyen savaşçılardı. İpek tüccarı, değerli taş uzmanı, gözlük tamircisi, zanaat sahibi onlarca loncanın ileri gelenlerinden çalışanlarına kadar. Thundorin seviliyordu. Bu tek gerçekti onca yıldan sonra. Tanrılar onu seçmiş, onu yüceltmişti.
“Sen bizim babamızsın Thundorin, sağlıcakla gidip dönesin.”
“Baltamız emrinde Efendi!”
“Ve zırhındaki büyü ile bizleri hatırla, en küçük çatışmada”
Bunun gibi uğultuya dönüşen konuşmalar salonu doldurmakta olan onlarca cücenin bir şekilde aralarda sesini duyurması ile devam edecekti. Ve Thundorin…
Thundorin önce eşi Anvilin’e ve sonra kapının iki yanında duran oğullarına bakarak, gözleri dolacaktı. Onore edilmek onun hayatının parçası idi. Ama bu sefer farklıydı, gerçekten başardığına inanmıştı. Sadece şunları söyledi:
“Benim için bu bir zaferdir, taş kalbinizi kazanmak, dert görmeyin ve sadece kısa bir yolculuk bu o kadar.”
Ve kahkahalar, ağırlaşan yüreklerde hoşa giden ne varsa vardı Thundorin’in cevabında. Cüceler arasında yıllarca unutulmayacak cevabında.
Yola çıkma zamanıydı. Cüce efendisi ve eşi kalabalığın açtığı yoldan emin adımlarla ilerleyip çıkışa yönelecekti. Ailenin dört üyesi kabul salonunun kapılarında buluştular. Her biri dünyanın en şanslı cüceleri olduklarından emindiler. Sevildiler. Ve şimdi yoldaydılar.
---------------------------------------------------------------
Nertetulwe Krallığı
Krallığın adı Nertetulwe, Dokuz sütun. Her birini anlatmaya ömür yeter mi meçhul. Paleadon’dan bahsettik biraz, biraz da Thundorin’den. Biraz daha söz edelim cücelerden.
Taşın cüceleri idi bunlar, Paleadon’un komşuları, krallığın bir parçası… Thundorin yer verdi onlara yurt yaptı ve insan krallığı Nertetulwe’nin bir sütununu oluşturdular. Nertetulwe’nin hikâyesinde hep vardılar ve kuruluşa tanıklık ettiler. Cüceler, çalıştıkça diğer sütunlar da güçlendi. Dokuz Sütun ülkesi Nertetulwe zor bir dünyada ayakta kalanların kırılgan ittifakıydı.
Bu hep bilinir, ülkeyi birbirine bağlayanlar manevi olanlardır. Dokuz sütunu bağlayan kapkaranlık bir dünyada verilen amansız savaşlar ve yaşam mücadelesidir, medeniyet arzusu, değer verme değerli olanı koruma çabasıdır.
Ülkeyi bağlayanlardan biri de yazdıklarıdır. Yazdıkları dokuz sütunu anlatırken, düzenlerinin kanayan yaralarına değinir. Değinir ki kral uyansın; sütunlara baskı yapacağına yükselmeleri için yol açsın.
Yollar da bağlar Nertetulwe’yi öyle ki her biri cüce yapımı taş kulelerin desteklediği dokuz sütunu birleştiren yollar. İşte Thundorin ve ailesi yanında muhafız birliği ile bu yollarda ilerleyecekti. Bu yolların kenarlarında bulunan meşaleler gündüz gece canlıdır ki bunu sağlayan büyüden başka bir şey değildir. Yol boyunca aralıklarla görülebilen taş kulelerde saklanan, cücelerin bulduğu büyük kristaller büyünün anahtarıdır. Bir büyücü adayının büyüsü ile bu kristaller büyünün gücünü binlerce misline çıkartmakta ve büyülü meşaleleri aydınlatmakta. Her kim izinsiz bu yollara girmeye kalksa ağır yaralar almaktan kurtulamamaktadır.
İşte Nertetulwe’nin taş yolları böylesine önemlidir. Gecenin yaratıkları, unutulmuş düşmanlardan korunmanın şartı bu yoldan ilerlemektir. Paleadon bunu dinlemeyen nadir liderlerdendi ve gerektiğinde savaşmak için bu yollar elbette terk edilecekti.
Dokuz Sütun ülkesinde güneş ve ayın ışığında yaşam daha kolay iken. Zifiri karanlık bir anda etrafınızı sarabilirdi. Her şey dünyaları Morwen’in tanrılarının kızgınlığına bağlı gibiydi. Ayı ve Güneşi örten bir örtü talihinizin sonuna geldiğinizin, bir tanrıyı gücendirdiğinizin habercisi olabilirdi.
Ay ile Güneşin buluşması mı? O harikulade bir zaman, tanrıların armağanı ve sadece belli zamanlarda, belli kişilerin, diğerleri görmez iken, onların görebileceği bir şeydi. Hayatında buna şahit olmamış o kadar çok kişi vardı ki! Sadece kitaplardan okuyup özenenler, saraylarında ve yollarında, hanlarında ve avlularda onu görebilmeyi umanlar… Belki bir gün diye bekleyenler. Morwen’in bu armağanını anlamaya çalışanlar… Silmolin görebilecek miydi? Şarkıda sözü geçeni bilebilecek miydi? Sadece görenlerin bileceği armağan, Ay ile Güneşin buluşması.
-------------------------------------------------
-Bölüm IV-
Rüyaların
Silmolin, rüyaların Silmolin… Öylesine değerli öylesine gerçek olan tek şey ki! Morwen üstünde yürüyenleri değiştirebilecek, onlara sunulabilecek gerçek onlarda gizli değil mi? Onlarda gördün biliyorsun sana ne demek istediklerini. İçten içe hep söylediler; Elf yurdu.
Meşe ile konuşmayı sürdürecekti elf:
“Ahh elf yurdu sonbaharın son gününde nasıl olurdu kim bilir? Rüzgârın getirdikleriyle müzik tutturmak… Bin bir renkteki solan yaprakların ağaçlardaki akşam meltemi ile dansına o müzikte bir elf kızının şarkısının karışması. Ahh elf yurdu, sonsuzluktan gelen nehirlerin, belki bir cüce tanrısının gözyaşlarının, şelalerinde ses olduğu elf yurdu. Sen bir hayal, bir rüya ya da anlatılan bir masaldan öte bir şey olmalısın.”
“İzin ver yüce meşe, şu karanlık dünyada bir elf yurdu rüyası daha görmeme.” Hava kararmadan hala zamanı varken sayfaları rastgele çevirecekti. Bir Hatıra- Tawni bölümüne gözü takılacaktı. Nasıl olmuştu da sonuna kadar savaşmıştı bu kadın? Dünya hep savaş için mi vardı? Elf yurduna gitmek için savaşması gerekecekti belki de. Kitaba eklenmiş bir not, efendisinin el yazısı ile bir şarkı... Büyü ile kitaptaki yerini almış. Duymak için sadece parmaklarını üstüne koymak yeterliydi. Sadece kitaba dokunan duyabilirdi. Belki de bir rüyadan ibaretti, gerçeklerin rüyası…
Impartial (The Battle) - The Clockwork Dolls
www.youtube.com/watch?v=ULzDJTo1zNw
Rüyaların gerçeği, hangisiydi? Şimdiye kadar o elf yurdundan söz edilmemişti. Herkes elflerin korkunç düşmanlar olduğunu anlatıp duruyordu. Kendinde bir düşman görebilir miydi Silmolin? En azından meşe ile konuşabilirdi.
“Sanırım rüyalarımın içinde kaybolacağım. Bunu yapmak için zamanım var meşe, tüm gece kütüphanede olacağım. Sana anlatırım; hep yaptığım gibi değil, bu sefer kaybolduğum yerlerin, rüyaların gerçekliğine inanacaksın. Evet, gitmelisin diyeceksin elf topraklarına, rüyalarında söylenen yol ile.”
Resim: koel-art.deviantart.com/#/d5h7r2a by koel-art.deviantart.com/
----------------------------------------------------------------
Şarkılar söylendi. Canlıydılar; kitabın sayfalarından bir elfin rüyalarına kendilerini davet ettirecek kadar. Meşeyi terk ettiğinde geceye “Silmolin” diyecekti mutfağın sahibi.
“Silmolin, işte bu güzel şarkın için” derken her zamanki gibi zengin süslü bir tabak ve her zamankinden farklı olarak çiçek şeklinde şekerler ile süslü bir pasta dilimi…
“Silmolin, genç efendi Arcanian 14. yaşına girdi, şarkına teşekkür ediyor, senin Ay ile Güneşin şarkısındaki hikâyeleri anlatmanı sabırsızlıkla beklediğini de söylüyor. Ah şu çocuk, her şey onun için bir merak.”
“Ben de merak ediyorum” derken gülümseyerek tabaktakileri yanına alıp, kütüphane’ye yönelecekti elf.
Şimdi yiyeceklere elini sürmeden kitabın raflardaki yerini almasını, doğru dürüst okumak için önündeki günleri beklemesi gerektiğini düşünerek sağlayacaktı.
“Klasik bir şeyler; Noldo Rüyaları… Öylesine uykum var ki… Noldo Rüyaları’nın büyüsü olmalı… Bu…
Bu… çok gari… ppp… Noldo… Rüyal… arı…”
Son seçtiği kitabın adını sayıklarken elinde kapağını açmadığı halde rüyalar içinde gezinmeye başlayacaktı işte. Bu kütüphanenin büyülü olduğu hep söylenirdi de kimse inanmazdı. Cildin üstündeki yazılar şöminede altın sarısı harfler olarak dans ediyordu, şimdi. Rüya gören elfe şarkılar söylemeyi ihmal etmiyorlardı:
“Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Seçtiğin bizim dünyamız
Ne güzel bir kitap buldun kendine
Mutlu bir uyku için bizimle
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Uzun zaman olmuştu
Şu şöminenin sıcak alevlerinde
Dans etmeyeli eşlerimizle
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Biz harflerin söylediği
Şarkının büyüsüyle uyurken
Bize mırıldan rüyalarını, dinleriz elbette
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Bu kitap ile uykuya dalan
Herkesten biri olduğun için
Kitabın sayfalarına gizlenecek
Büyülü rüyaların, mırıldandıkların
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Kitabın adı Noldo Rüyaları
İçinde ona dokunanların notları
Biz dans ederken şöminede
Söylerken şarkımızı
İşte başladı elf rüyaları”
--------------------------------------------------------
Sürekli kendini gizleyen, yol göstereceğini, Nertetulwe’nin dışında bekleyen dünyanın ne de merak uyandıran, ne de gizemli olduğundan söz eden biri. O biri her kitapta karşısına çıkan tanıdık bir ses, bir nota, bir harf.
İşte dans ediyor harfler notalar ile buluşuyorlar. Ve hepsi aynı tanıdık kişinin nefesi. Elf diyarının gizemli, yüzünü bir rüyalığına gösterip sonra unutturan, her rüyada bir kez daha kendine hayran bırakan hanımı…
“Söyle şu dünyanın oyununu nasıl oynamalı, rüyaların gerçeklerden neler sunabileceğini göster bana.”
Silmolin’in dilinden rüyaları görürken dökülen pek çok cümle gibi bu sözler de unutulmayacaktı. Kitabın içine sızan cümlenin harfleri, bir sonra okuyacak olana seslenecekleri zamanı beklemek üzere, birbirini koşarak gülerek zıplayarak izleyen harflere katılacaktı.
Rüyalar bu kez Sonbahar demekte kararlı gibiydi. Sonbaharın ilk anları, hasat zamanı henüz geçmemiş, rüya ya herkes neşeliymiş. Silmolin, Nertetulwe’nin Kuzey sınırlarına ulaşmayı başarmış, konuk olduğu bir hobbit köyünde ilgi ile karşılanmıştır.
“Kesinlikle böyle bir yolculuk olmalı.”
Son cümlesinin kelimelerinin harfleri de hobbit ezgileri ile kitabın yapraklarına doğru yola çıkacaktı elbette.
Ahh elf yurdu, “Hanımım demek siz, demek siz karşılayacaktınız beni.”
Bu sefer harfler, şöminede dans edenlerle birlikte sanki bir şölende gibi mutluluk içinde şarkılar söyleyecekti. Sonunda yine diğerleri gibi kitabın yapraklarına karışacaklardı.
-----------------------------------------------------------------
Ahh elf yurdu
Gözlerinde Baharın hüznü, sadece bu rüyada hatırlayacağı yüzü ile yurdun hanımı. Nasıl da kucak açtı savaşçıları. Bir ok gönderdiler gökyüzüne bu elf için, öyle ki o ok doğruca Güneş’in ışıklarına karışıp dönüşte Ay’a uğradı. Her birinin ışığını alıp “Rüyalarından hatırlayacağın bir anı olsun.” diyen hanımın elinde Silmolin’e sunuldu. Silmolin’in mırıldandıklarına eklenen son harfler yine kitaptaki yerini alırken gece ilerleyecekti.
Şimdi en güzel zamanı, Sonbahar iken bin bir kırmızı, sarı, turuncu ağaçlardan göllere yansırken, renkler Ay ile Güneşin renkleri iken. Elf yurdunun salonları, kemerleri, kubbeleri büyülü bir hüznün Sonbaharı ile çepeçevre sarılmış iken. Silmolin iken, hala rüyada olduğuna emin, hayal ettiğinin farkında konuşup söyleyecek söz bulamamış kitaba sır vermez iken.
Sadece rüyalar olduğuna göre, uyku ile uyanmanın arasında elfleri bir sonraki rüyasında tekrar görme umudu ile “Ahh elf yurdu.”
Bu son söylediği harfler ile şöminede dans edenler kitabın kabında görünen ve görünmeyenler olarak yerini alacaktı ki Silmolin artık rüyada değildi.
“Elf Hanımı, eminim o ülkeyi o hanım yönetiyor olmalı.”
Hatırlamaya çalışırken elinde tutuğu kitaptan bir sayfa bile okumamış olmasına rağmen hoşnut, kitabı raflarındaki yerine bırakacaktı. Kendi yalnızlığı gibi o kitabı da yalnız bırakmanın hüznünü hissedecekti elini ciltten çektiğinde.
“Şimdi, gitmeliyim harfler, şimdi rüyalarımla yalnız kalmalıyım. Size yeterince anlatabildim sanırım.”
Odada dolaşıp tekrar rahat koltuğa yerleştiğinde kendi kendine konuşmayı sürdürecekti. Noldo Rüyaları’nın bulunduğu rafa bakarak:
“Tekrar sayfaları karıştırdığımda kadim meşeye anlatabileceğim bir elf yurdundan bahsedelim, bahsedenlerin cümlelerini fısıldayın bana ki meşeye işte yalnız değilmişim, diyebileyim.”
IV. Bölüm Sonu
---------------------------------------------------------------
Bölüm V
Fısıltıların Hezeyanları
Nertetulwe’nin sütunlarından, Paleadon’un tam Kuzeyinde krallığın güney merkezini oluşturan bölgenin sahipleri Rahipler olarak bilinen bir gruptu. Bu bölgede onlarca manastır, karanlık ile mücadele ettiğini söyleyenlerin anısına sunaklar, tanrılara tapınaklar yükselirdi.
Her şey gibi, bu ülkenin yönetimine karışan her şey gibi bu bölgenin yöneticileri de karanlığa dokunmadan kalamazdı. Bu dokunuş, bir hastalık gibi bulaşan Morwen’in karanlığının yayılmasından başka bir sonuç doğurmayacaktı elbette.
Krallığın merkezine en yakın olanların ülke yönetiminde uyguladıkları acımasızlıklar, haksız kararlar, tanrısal olduklarını iddia ettiklerinde bir kat daha korkunçlaşıyordu ki onlar Airimokala dedikleri liderleri ile bu bataklığa iyice gömülmüşlerdi.
İçlerinde daha yaşanır bir dünya için kim çabalarsa kıskanç gözlere maruz kalmaktaydı. Airimokala, Işığın Rahibi, çoktandır bu kıskançlıklar içinde yönetmekteydi.
“Fısıltılar İstyar, artık sadece yalnız kaldığımda duymuyorum. Her an… Tanrıların merhameti yok İstyar, Morwen’in laneti ülkemizin üzerinde, sen de hissetmiyor musun?”
Işığın Manastırı’nda iki rahibin tüm kulaklardan uzak, su sesi ile konuşmalarının gizli tutulduğu bir salonda konuşmaları… Saygıyla selam vermeyi ihmal etmeyen kadın rahip, kapüşonunu geriye atıp gülümseyerek cevap verecektir:
“Bu efendimiz, sizin daha bilge olduğunuzun kanıtıdır. Bu sesleri, şey fısıltıları en iyi siz yorumlayabileceğiniz için sizle konuşmayı tercih etmişlerdir.”
Airimokala, en az yirmi kişilik olan salonun ortasındaki masanın kapıya göre sağından kadına doğru ilerlemeye başlar. Gözünde şüpheli bir bakış, ışık soldaki pencerelerden yansırken bir çılgını andıran yüz ifadesi ile kadına sorar:
“Sana da fısıltılar gelir mi? Bana gerçeği söyleyeceksin!”
İstyar, efendisini her zaman idare etmede usta olsa da bu kez zor bir sorunun öncesinde cevap isteyen bir soruya cevap vermesi gerektiğini bilmektedir. O da masanın aynı tarafına geçerek efendisine doğru yürümeye başlar. Aslında tam ters yönde ilerlemeyi öylesine istemektedir ki.
“Efendimiz, fısıltılar pek çok kişi ile konuşur. Sadece az kişiden yardım ister. Bildiğiniz gibi biz üst seviye rahiplerin hepsi belli seviyelerde duyar.”
“Ve ben en fazlasını duyuyorum! Şu Paleadon, bizi soruşturuyormuş. Druid’e gidip duruyormuş. Bir de beni ağırlamak istiyor ne yapmalı?”
İşte İstyar’ın beklediği zor soru gelmişti. Şimdi aralarında sadece birkaç sandalyelik mesafe varken yanıtlayacaktı:
“Sizden korkuyor olabilir. Ona hala ihtiyaç var Lordum!”
“Evet evet haklısın, korkusundan beni davet ediyor olmalı. Zaten hazırlıkları başlatmıştım, yola çıkacağım. Heyette sen de olacaksın.” derken az önceki korkutucu ses tonunu değiştirecekti. Sanki içi rahatlamış keyfi yerine gelmişti.
Aralarındaki sandalyeler tükendiğinde, buğulu mavi gözlerini İstyar’ın gözlerinden ayırmayarak devam edecekti:
“Bana fısıltılardan söz edeceksin en kısa zamanda İstyar. Şimdi git yapacaklarını yap, yolculuğa az zaman kaldı.”
Kadın kendini süzen o korkutucu gözlere tek bir zayıflık gösteren mimik vermeden:
”Elbette Efendi Rahip.”
Sırtını dönüp kapüşonu ile yüzünü gizleyerek, kapıya doğru hızlı adımlarla salonu terk edecekti ki Airimokala’nın kahkahalar atarak kendi kendine konuştuğuna yemin edebilirdi. Sadece bir anlığına ardına bakacaktı. Kimseyi göremeyecek ve salonu terk edecekti.
Resim: browse.deviantart.com/?qh=§ion=&global=1&q=angel#/d1lsck6 by peggyly.deviantart.com/
---------------------------------------------------
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak O da seni terk edenlerden.”
“Gözlerine bakarken hiç hata yapmadı. Bak ne kadar dikkatli.”
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak sana karşı bir sevgisi yok, bak ne kadar dikkatli.”
“Sana doğruyu söylese de senden çekiniyor.”
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak kimlerle konuşuyor, bak yanında kalmaya tahammül edemiyor.”
“Kimseye güvenemezsin Airimokala.”
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak kimse seni sevmiyor, bak düşmanlarına.”
“Kime kalbini açtıysan yanılttı seni.”
“Yine yalnız kaldık, bak Airimokala.”
Az önceki konuşma sona erip kahkahalar içinde, keyifle arkadaki odalara yönelen Airimokala bu kez şüphelerinin fısıltılarla yalnız kalmasının önüne geçmekte zorlanacaktı. İstyar’ın mükemmel cevaplarına rağmen içinde bulunduğu durum açıktı. Tam bir güç mücadelesinin içindeydi. Krallığın dört bir yanından fısıltılar huzuruna çıkmaya çalışıyordu. Hatta elf krallıklarından da fısıltılar duyduğuna artık emindi.
Tüm bunları daha sakin düşünmeliydi. Verdiği kararlardan bazen pişman olduğunu hissediyordu. Amaçlarından saptıklarını göremeyecek kadar saf değildi elbette. Bu yeni gücü, kontrol etmenin bir yolunu bulmalıydı. Bu güç sayesinde tekrar Işığın Rahibi olabilirdi belki de.
Öylesine biliyordu ki gerçeklerin Morwen’de yanılsamalar ile iç içe olduğunu, bu dünyanın lanetini bilen ve acı çekip çektiren ruhların başında geldiğinin farkındaydı. Heyhat düşmanları olduğunu düşünmeden edemiyor, bu zihnini bulandırıyordu. İşte fısıltıları doğru dürüst dinlemek için bir yol bulmalıydı.
Gün Işığının tanrısına dua edeceği, gençliğinde zamanının çoğunu harcadığı o küçük manastır odasına yönelecekti. Onu yolda görenler, yerlere kadar eğilecek, kimi korkuyu bile unutup nefret bakışlarını ardından esirgemeyecek ve o bütün bunları görecekti.
“Yine yalnız kaldık, bak Airimokala.”
Kapılardaki debdebeli karşılamalara aldırmadan garip olanı yapmaya karar vermişti. Onun odası, uzun zaman önce mühürlenmişti. Odaya ulaştığında tek duyduğu:
“Yine yalnız kaldık, bak Airimokala.”
--------------------------------------------------------------
Sefaletin Çocukları
Fazla dikkatli davrandığının farkına varan, sadece fısıltılar olmayacaktı. İstyar da salonu terk eder etmez kahkahalardaki yalnızlığı hissedecekti. Bu kahkahalar “Sen de ha! Sen de ha!” der gibiydi. Tamamıyla doğru şeyler söylediğine emin olsa da kadın rahip, bildiği bir şey vardı, onun liderliğini artık kimsenin istemediğini biliyorlardı.
Oysa Airimokala, tanrıların onu seçmesine karşı gelinemeyeceğine emin olan, ülke için yaptığı korkunç şeylerin sebebini başkaları gibi anlamaya çalışan bir zavallıydı. İstyar düşünmeden edemiyordu:
“Yerinde olsam ne yapardım, Morwen’in lanetinin yayılmaması için yapılacak tek şey olurdu.”
Ve fısıltılar: ”Söyle bize İstyar.”
Gülümseme, acı bir şekilde yüzünde, taş sokakları gezmekte, bir şeyler satmaya çalışanların çarşısında saygı ile karşılanmakta iken, fısıltıya bir iki kelime etmekten çekinmeyerek bu sefer:
“ Sefaletin çocuklarına Yaşam Tanrısının armağanları olan, tüm yemekleri vermek, güldüklerini görmek ve bir elf ile karşılıklı konuşup Morwen’in lanetleri ile omuz omuza mücadele etmek…”
Ve fısıltılar:”Asla lider olamayacaksın.”
Yanıt: “Biliyorum ve bu yüzden yapabileceklerimi yapıyorum.”
Ve fısıltılar: ”Bunları niye anlatıyorsun ki! Airimokala’ya söylememizden korkmuyor musun?”
Etrafında, bir sokak arası meydanda, çember çevirip koşuşturan çocuklara boş gözlerle bakan İstyar:
“Korkmuyorum, aslında bunları söyleyerek hayatımı kurtarıyorum.”
“Seni seviyoruz İstyar.”
Öylesine dalmıştır ki etrafında toplanan çocukları ancak fark eder:
”Seni seviyoruz İstyar.”
-------------------------------------------
Hazırlıklar
“Tanrılara verilecek kurbanlar hazırlansın. Yolculuk zamanı yakındır. Kimse tembelliğini gizlemeye çalışmasın. Tanrılara verilecek kurbanlar hazırlansın. Sunaklar dolup taşsın ki ne kadar minnet duyduğumuz anlaşılsın.
Onun adı Airimokala krallığın temel taşı, elbette size göz kulak olacak. Sizin sesiniz olacak. Elflerin korkulu rüyası Airimokala, büyülerin ustası yolculuğa çıkacak.
Elbette bilirsiniz alçakgönüllülüğünü ki davet edenleri geri çevirmeyecek. Haydi koşun, ona saygınızı sunun, yola çıkacak olanın adı Airimokala.”
Işığın Tanrısına dualarını bitiren Airimokala, tek bir fısıltı duymamıştı o günden beri. Belli ki yeni bir şansı vardı. Eski alışkanlıklar mı kazanacaktı yoksa bu yeni şans mı? Ellerinde yeterince kan vardı.
Hazırlıklar yapıldı, güvenli yollardan ilerleyecek muhafız birliği ile korunacak olanlar Paleadon’un topraklarına Güney’e ilerlemeye başlayacaktı.
Fısıltılar sessizleşti, hezeyanların fısıltıları, onlara biraz daha zaman verecekti.
V. Bölüm Sonu
-----------------------------------------------------------
Bölüm VI
Karanlıkta Kaybolanlar
“Biz çoktandır, Gün Işığının Tanrısı’nı unuttuk Druid. Aldığımız her canda O’nu aradık, her seferinde kendimiz ile karşılaştık. Sadece hayatta kalmaya çalışan kendimiz ile... Druid, Morwen yaşamak için öldürdüğün dünyalardan biri. Ve ismim karanlıkta kaybolduğunda beni hatırlayacak kimse yok.”
Aryante, Druid’in yanıldığını anlatmaya çalışıyor gibiydi. Yaralılar acı ile kıvranmaya başlamıştı öyle ki bu ağır yanılgı karşısında Druid bir şey söylemeye fırsat bulamamıştı. Acılarını azaltmak için tütsüler ile büyülü kelimeleri mırıldanmaya devam edecekti. Herkes sustuğunda ise Druid bu kez yüzündeki ifadeyi değiştirmiş, küçümseyen bir ifade ile:
“Sen daha kim olduğunu tanımayan bir çocuksun Aryante, Morwen’in karanlık dünyasında çok şey gördüğünü sanıyorsun. Umudun ile savaşıyorsun, bunda yanılmıyorum. Lord’una bağlılığın seni yormuş, ellerindeki elf kanı aklını bulandırmış. Ama yine de umut ile savaşıyorsun.”
Aryante artık bu dayanılmaz konuşmanın bitmesini, Lord Paleadon’un bir an önce geri dönmesini istemektedir. Tam Druid yeniden konuşacak olduğunda söze girer genç kadın:
“Druid, sanırım şimdi yapmam gerekeni söylemeye yelteneceksin. Sakın konuşma, benim ne kadar acımasız biri olabileceğimi bilmiyor olmalısın.”
Aryante’nin eli kılıcının kabzasındaydı. Yaşlı kadın bunu fark etmekte gecikmemişti. Kendi kendine söylenerek ona sırtını dönecekti. Tek kelime konuşmamaya karar vermesi, onun da sınırları olduğunu göstermişti.
“Hep böyle olur Druid, biz lanetlenmiş dünyamızda hep bunu görürüz, şimdi umudum varsa bile senin sözlerinde değil.”
Söylenen yaşlı kadın ise: ”Sessizce lordunu bekle, beni rahatsız etme.”
Resim: ironshod.deviantart.com/art/Autumn-fairy-88973689 by ironshod.deviantart.com/
------------------------------------------------------------------
Farie’nin peşinde göz gözü görmeyen buz geçitlere girmenin rahatsızlığını tekrar yaşayacaktı Paleadon. Fısıltıların duyulduğu geçitlere. Bu kez kahkahalar:
“Ha ha haaaa… Haa haa haaaa…”
Topraklarında böylesi bir yer olduğu için pişman, çaresiz bu kahkahanın susmasını bekleyerek ilerleyecekti Paleadon. Sahibini çok iyi tanıyordu elbette. Tam bir deli olduğunu bildiği Airimokala’nın gülüşünü tanımıştı:
“Bir kez olsun… Bir kez olsun şu adamın adını veya sesini duymadan bir günüm geçemez mi?”
Yolu gösteren Farie kendisine bir şey söylendiğini düşünüp bir an duraksayıp Paleadon’un tam yüzüne yaklaşarak soran gözlerle bakacaktı.
“Sana söylemedim sevgili peri, bilirsin bu dünyada görmek istemeyeceğin kişilerden söz etmeyi de pek istemezsin.”
Peri kanatlarını çalıştırmaya devam etmemek için Paleadon’un omzuna konacaktı.
“Kim bu lordum?”
“Burası çok soğuk peri, seninle sohbet etmek isterdim, ancak…”
Farie, garip davranışına devam edecekti:
“Kim bu lordum?”
---------------------------------------------------
Muhafız birliğinin yaralı olmayan diğer üyeleri gibi Aryante de sabırsızlanmaya başlamıştı:
“Bu bekleyiş, şu nutuklar ve bu mağaranın olabilirliğinin imkansızlığı.”
“Niye söyleniyorsun, çık dışarı atlara bakanlara eşlik et.” Druid’in cevabı tokat gibiydi.
Bu karanlık dünyada kaybolmanın bin bir yolu vardı. İstemediği kadar fırsatı vardı Aryante’nin. Belki o atlardan birini alıp cesur ve gözü pek düşmanlarının krallıklarına gitmeliydi. Bir sürgün hayatı, içinde bulunduğu vicdan sorgulamalarından onu kurtarır mıydı?
Mağaranın çıkışına doğru bakarak ağzından kaçıracaktı işte o kelimeyi:
“Elfler…”
“Hmmm elfler ya!”
“Ben öyle bir şey demedim uydurma büyücü”, hışımla kılıcını kınının yarısına kadar çekip üstüne doğru bir hamle yapacaktı ki kendini durdurdu.
“Efendim dedim sadece.”
Druid fevri davranışlardan biraz sıkılmış olacaktı ki karmakarışık rafların arkasına geçecekti. Yeni bir şeyler hazırlıyordu yaralılara şüphesiz.
“Efendim. Efendim nerede kaldı Druid, yüzyıl beklemeyeceğiz herhalde.”
“Beklemen, gerektiği kadar… Ya da biliyorsun atlar…”
Aryante tekrar dışarıya bakıp iç geçirir: “Dünyanın güzel yüzü…”
Tek bir cevap gelmez.
------------------------------------------------------------
Geçitlerde ise işler daha bir karmaşık hal almaya başlamıştır bile. Omzundaki periye şaşkınlık içinde cevap verip vermemek konusunda tereddüt geçirmekte olan biri vardır buz geçitlerinde. Paleadon, nasıl bir duruma doğru gittiğini kestirmeye çalışırcasına periye doğruyu söylemek iyi olur mu acaba diye bocalamaktadır. Sözü çevirmeye çalışır:
“Bu, biz insanların krallığında pek sevilmeyen biri…” Oysa sözü uzatmanın işleri daha da kötüleştireceğinden habersizdir. Sadece “Önemsiz biri” diyerek geçip gitse yeni sorular gelmeyecekti belki de.
“Sizin krallığınızda sevilmeyenler mi var lordum?” Peri bu sefer küçücük yüzünde meraklı bir bakış ile burnunun ucunda uçmaktadır.
“Kimmiş O lordum?”
“Buralara gelen biri değil, boş ver bunu şimdi, burada donacağız haydi artık çıkışa gidelim peri.”
Peri biraz daha soru sormakta kararlıydı:
“Beni takip edin Paleadon.”
Paleadon şüpheli bir bakış ile periyi süzerek çaresizce takibe koyulacaktı. Aklından “Sonunda” demek geçiyordu ki ağzını eli ile kapatacaktı.
------------------------------------------------------------
Buz geçitlerinin, çıkışa doğru giderek daha soğuduğunu bilen Paleadon içinde olduğu durumun ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Ya da öyle sanıyordu. Meraklı bir göl perisi tarafından oyalanmaktaydı. Giderek kızıyor burnundan soluyordu. Peri, zaman zaman ona yaklaşıp kıkırdayıp garip şeyler söylemeye bile başlamıştı:
“Hı hı az kaldı Paleadon, lordum. Kimler var sizin krallıkta, mutlu musunuz orada?”
Paleadon nefes nefese:
”Peri beni oyalama ne istiyorsun, çoktan çıkışa gelmiş olmalıydık.”
Masum bir çocuk ifadesi ile parıldayan yüzünde gülümsemesi ile Farie yanıtlamak için daha fazla beklemeyecekti:
“Şimdi bana kızmayın lordum. Gelin gölün kenarına götüreyim sizi. Yoksa burada donup öleceksiniz.”
Kendi etrafında dönen Paleadon, çaresiz kabul edecektir:
“Haydi, o zaman yolu, öhhö…”
“Evet, hemen takip edin Lordum. Karanlıkta kaybolmak istemeyiz dimi? Yolu biliyorum ben lordum.”
Saatler sonra yine Taş ve gölün olduğu galeriye ulaşacaklardı, karanlıkta kaybolanlar.
VI. Bölüm Sonu
-----------------------------------------------
-Bölüm VII-
Ejderha Efendileri
Morwen kadim bir dünya idi. Bunu bilmeyen pek çok yaşayanı olsa da öyleydi. Büyücülerin ömründen uzun, elflerin ormanlarından yaşlı, sürekli ağlayan bir tanrının lanetlediği Morwen, Karanlığın Kızı’na tanrıların nasıl hitap ettiği hep konuşulurdu. Ejderhaların vermediği sırlardan biri de bu idi. Sırlarla yaşayan ejderhaların…
Sözünü ettiğimiz ejderhalar öylesine kadimdiler ki Morwen’in o anda yaşayanlarının dili ile hiç ilgilenmemişlerdi. Ayrıca dünyanın yeni çocuklarının davranışlarını anlamak için çaba harcamakta da bir o kadar isteksizdiler. Genelde dağlık bölgeleri yaşam alanı seçerlerdi. Kolonileri birkaç ejderden öteye pek nadir ulaşır ve eşler halinde yaşamlarını sürdürürlerdi. Aslında konuşmayı çok severlerdi ve onların dilinden anlayanlar birer efsane olarak insanların arasında yürürlerdi.
Onlarla konuşanlara ejderha efendileri denilmekte idi. Bunlar bir çeşit druid sayılsa da uzun, insan ömrünün iki üç katı kadar uzun yaşayan insan büyücülerdi. Ayrıca elfler arasında da bu sınıftan druidler olduğu, o krallıklarda da daha müthiş geçmişi olan ejderha efendileri olduğu bu kişilerce bilinmekteydi. Şimdilik Paleadon’un üçüncü konuk ailesinden söz edeceğimize göre, Nertetulwe’nin ejderha bölgesi ile ilgilenelim.
Paleadon’un son komşu bölgesi, kuzey batısında yer alan Fenume ismindeki kadının ejderhalarla hüküm sürdüğü topraklardı. Krallığın önemli güney bölgelerinden biriydi Fenume’ın bölgesi. Burayı ziyaret edip ejderhalardan bilgi isteyen o kadar çok kişi olurdu ki.
En kadim olan ejderha’ya soru sormak imkânsız bir dilek gibiydi ki nerede olduğu birkaç kişi tarafından bilinirdi. Dağlarda inşa edilmiş, şatolarında daha genç ejderhaları ziyaret etmek bile onlarca izin gerektirirdi. Bu karanlık dünyayı anlayanların, diğerlerinin onu anlaması gibi bir dertleri hiç olmamıştı ve belli ki olmayacaktı.
Resim: moonworker1.deviantart.com/art/Dragon-Riders-155600060 by moonworker1.deviantart.com/
---------------------------------------------
“Ah Fenume, görüşmeyeli günler oldu. Söylentileri gençler fısıldadı, kardeşlerinle yolculuk yapacakmışsın. Haydi, buz tutmuş salonumu senin için ısıtayım.”
Ejderha’nın dilinden dökülen kapkaranlık kadim bir dildeki büyülü sözleri, kimsenin anlayamayacağı şekilde yer ve göğe fısıldanacaktı. Buz tutmuş şatosunun dört bir yanında, şöminelerin alev alması ve duvarların insanların içini ısıtabilecek kadar sıcak olmasıyla sonuçlanacak etkisini gösterdiğinde büyüler, Fenume ejderhanın dilinde söze girecekti.
“Urulooke, kadim dünyamızın kadim alev ejderhası bana karşı hep cömerttin. Yaptıklarımla hep ilgilendin, müteşekkirim. Bizim için önemli olan işlerle, senin için günlük yaşam kadar önemli olmasa bile benim hatırım için hep ilgilendin, müteşekkirim. Paleadon’a gidiyoruz. İsteklerin, tavsiyelerin var mıdır?”
Kırmızı pulları alevlerde daha bir canlı gözüken, kıvrılıp vücudunu yere sermiş olsa da, metrelerce yüksekten geniş yüzündeki ifade ile sanki dostluğa aç bir ejderha, bu sözlerden mutlu olmuş olacaktı ki sesli bir gülümsemeyi Fenume’dan esirgemeyecekti. Tavanı onlarca insan boyundan yüksek, konuklar için zevkle döşenmiş salonunda gün ışığının sızdığı dev pencerelere bakarak yanıtlayacaktı Urulooke.
“Sanırım sevgili dostum burada istediğim her şey var. Tavsiye ise bir insan ömrü kadar sürebilir. Seni meşgul etmek istemem. İpucu vereyim, gençlerden duyduğumu. Elflerle savaşmaktan yorulmadınız mı?”
Fenume bunu duyacağını, bir gün krallığın sorgulanacağını tahmin ediyordu. Ancak bunun Paleadon tarafından dile getirilebileceğini yine can dostu Urulooke’den duyması yola çıkmadan büyük bir hediye gibiydi.
“Bu doğru mu bilge ejderha? Bunun için hazır mıyız?”
Ejderha konuşmanın sonuna geldiklerini hissederek cevaplayacaktır:
“Sadece o yolculuğu yap ve giderken düşün.”
------------------------------------------------------
Sessizce öylece oturdular. Fenume, sanki düşüncelerini dışa vuran bir ifadeyi taşıyordu yüzünde. Hayır, hazır değildi. Elfleri affedemezdi en yakınlarını onlarla savaşlarda yitirmişti. İşte Morwen’in sarıp sarmaladığı bir ruh daha, işte Fenume dünyasının bir kopyasını kalbinde taşıyor, en bilgelerinden birinin yanında kendine verilene isyan etmemek için bir sebep arıyordu. Kendine dünyaları Karanlığın Kızı tarafından verilen sadece acı olmalıydı.
Şimdi bir ejderha efendisi olsa da, sonuçta kendisi ile bir oyun oynandığının şüphesi kalbine yerleşmişti. Urulooke’den bile şüphelendiğini, özellikle de ondan şüphelendiğini saklayamayacağının bilincindeydi elbette. Kendine verilen ağır yükü taşımak için ejderhanın yakınındaki, insan konukları için tuttuğu minderlere diz çökerek oturacaktı.
Sanki yıllarca tanıdığını, sonuna kadar savaşlarında destek olacağını düşündüğü ejderha, ona bu garip düşünceyi ne diye sormuştu ki! Anlam vermenin kolay birçok yolu ve gerçek olan tek bir cevap bütünü olabilirdi. Ama ejderhanın tek kelime daha etmeyeceğinden emindi. Söyleyeceğini söylemiş her zamanki gibi Gün Işığı Tanrısı’nın buzdan dünyasına sunduğu ışıklara bakan ejderha’nın belli ki kapkaranlık dünyadan ayrılan bir tarafı yoktu. Belki o da bir tanrıdır diye içinden geçirmemiş değildi Fenume. Bir insan ömrünü tamamlayan kadın, gençliğinden beri bunu binlerce kez düşünmüş ve en azından benimle konuşuyor diyerek ejderhadan kopmamıştı.
Öylece yağan karı izlemeye koyuldular, yüzlerinde Morwen’in tüm acıları ile bir ejderha efendisi ve tüm karanlığı ile bir ejderha. Akıp giden zamanda, dünyada olanları arayanlar. Anlamaya çalışanlar, acıyı ve verdiklerini iyi bilenler. Karanlığın Kızı’nın istediği ne olabilirdi ki, bu adı ilk kim koymuştu ki bu dünyaya? Hepsi gizli idi, insan ömrünün üç katı yaşasa da Fenume’dan gizli, ejderhadan ise… Kim bilebilir ki! Öylece oturdular saatler boyunca ejderha efendisi ve ejderha.
-----------------------------------------------------------
Yolculuk hazırlıkları başlatılmıştı. İki erkek kardeşi, bir kız kardeşi ve onların eşlerinin yanı sıra hepsinin çocukları ile muhafız birliği yolculuk için artık hazırdı. Dağlarda hareketlilik dikkat çekiciydi. Ejder efendileri, ejderhaların hiç bu kadar çok konuştuklarına şahit olmamışlardı. Sanki bir telaş demek istiyordu içinden hepsi ama ejderhaların dünyanın basit işleri ile ilgilenmediklerinden o kadar emindiler ki!
Büyülü meşalelerin koruduğu yola koyulmadan önce etraflarını saran halka korkmamalarını söyleyip duruyorlardı, ancak sorular yüksek sesle kulaklara ulaşıyordu:
“Ejderha efendileri, bize söyleyin ejderhalar size ne söyledi?”
“Çıkmayın bu yolculuğa ejderha efendileri, Fenume bize bir şeyler söyle.”
“Evet, evet sen liderimizsin Fenume, bize bir şey söylemeden gitmemelisin.”
Sonunda liderleri Fenume bir kaç kelime edecekti, gerçekle hep iç içe yaşayan bu insanlara:
“Bunlar krallığın geleceği ile ilgili önemli işler. Bölgemizi ejderhalar ve görevli kalan ejderha efendileri koruyacaktır korkmayın.”
Tam o sırada altın sarısı rengi ile genç ejderhalardan Foalooke, topluluğun görebileceği şekilde onlara doğru süzülerek ejderha dilinde bir şeyler söyleyecek ve ayakta durmayı zorlaştıran rüzgârı ile tekrar yükseklere yönelecekti. Ardından bir süre baktılar. Dağların tepeleri arasında gözden kayboluncaya kadar… Ve sorular:
“Ne söyledi hazine muhafızı, ne söyledi Foalooke. Bizlere söyler misin Fenume?”
Yüzündeki karanlık bir gülümseme ile yanıtlayacaktı kadın:
“Benim gibi düşündüğünü söyledi.”
Herkes birbirine bu bilmeceyi çözmenin imkânı yok demekteydi. Fenume’nin bu cümlesini anlamaya en yaklaşan kardeşleri idi. Diğerleri için daha fazla soru yaratmaktan öte bir cümle değildi bu. İçten içe hissediyorlardı çağlarının en önemli olaylarının onları beklediğini ve insanlar endişeleniyordu.
“Selam olsun Foalooke’ye.” diye bir gümbürtü kopacaktı.
Ve bu gürültünün ardından, herkes ejderha efendilerini selamlayacaktı. Kendilerine güvendiklerini söyleyeceklerdi bu sefer. Ve tüm Morwen onları izlermişçesine kendilerini önemseyen ejderha efendileri, Paleadon’un topraklarına doğru yola çıkacaklardı.
-------------------------------------------
“Sence bu yaptığın doğru mu Foalooke? Sence bu halkların işi bu kadar önemli mi?”
“Ne yapmamı bekliyorsun yüce Urulooke? Onların acılarını anlıyorum.”
“Ya ben? Yolculuğa çıkmalarını önlemeli miydim?”
“Hayır kadim ejderha, sen en doğrusunu bilirsin, ben sadece…”
“Bekle Foalooke, onlara karşı bir sevgi mi besliyorsun yoksa?”
“İnsanlar, şu koruduğum hazine için her şeyi yapar.”
“Eee öyle ise?”
“Sadece ejderha efendilerine…”
“Sadece ejderha efendilerine olsun.”
VII. Bölüm Sonu
----------------------------------------------------------
-Bölüm VIII-
Kral
“Aiunuvoronda, kaç kez sana seslendim?”
“Tamam, şu sıkıcı törenler.”
“Aiunum hayatın bunlarla geçecek çünkü her zaman zafer seninle olacak. Her zaman seninle olacak, zafer… Seninle, zafer… Aiunum benim… Zafer…”
Tek sözünü daha duyamayacağı, rüyanın sonunda hep aynı şekilde seslenen kadına beslediği sevgi evlat olmak iken… Tek cevap daha veremeyeceği rüyadan uyandığında kral, dünyada seveni yok iken…
Nertetulwe’nin en ağır yükü kendisi olduğunu iyi bilen kral, bir gece yarısı uyandığında yine terler içinde, Sonbahar’ın Kış’a bağlandığı Kuzey’in soğuk nefesi o kasvetli yatak odasına dolmuş iken donduğunu hissedecekti.
Adıyla seslenenlerin hiçbiri o rüyadaki gibi güzel söyleyemezdi ismini.
“Aiunuvoronda, meleklere inanan, Aiunu meleğim.”
Heyhat uzun zaman oldu o ses kesildi. Onun için; “Elfler katletti, casuslar…” dediler. Sadece bir hançer, Sonbahar yaprakları ile süslü bir kabzası olan kını asla bulunamamış… İşte kralın yıllar önceki kaybı rüyalarında hep, “Aiunum“ derken yanıtlayamaz iken Aiunuvoronda, uyanmış iken Sonbahar ile Kış’ın buluşmasına, buz gibi rüzgârın içeriye girmesine izin vermiş iken, O kraldı.
Yatağını terk ederek üstüne aldığı yakaları kürklü uzun palto ile Kuzey’e bakmak için karanlıkların içinde balkona yönelecekti. En karanlık gecelerden değildi, belki en iyisinden bir gece… Ve Balkondan Morwen’in Kuzey’de sunduklarına bakmak için yeterince sebebi var gibiydi.
Resim: browse.deviantart.com/?qh=§ion=&global=1&q=love+goddess+and+king#/d1of075 by mithgariel.deviantart.com/
-----------------------------------------------------------
Daha önce pek çok melek ile konuşmuştu. Aiunuvoronda, bu kez uykusunu bölenin hangisi olduğunu gerçekten de merak ediyordu. Uzun beyaz saçları dondurucu soğukta uçuşmaya başlamıştı genç kralın. Bir insanın kolay kolay karşı koyamayacağı kadar sert bir rüzgâr balkonlardan içeriye dolmuştu. Omuzları geniş ve boyu uzun ve insan soyundan, heykellerde yansıtıldığı üzere atalarınınki gibi cüsseli bir savaşçı kraldı. Ve bu rüzgârlar onun hayatıydı.
“Konuşmana izin veriyorum, bu gece yeterince uyudum.”
Önce bir cevap gelmeyecekti. Zaten rüzgâr ile yeterince konuşmamışlar mıydı? Niye daha fazla uğraşsındı ki kral?
“Beni tanıyormuş gibi konuştunuz majeste.”
Aiunu, balkonda dolaşmaktadır şimdi. Gözünün ucu ile yandaki mermer pervazların altından şehrin sönmemiş alevlerine, tapınak, kubbeleri, kulelerine göz atmayı ihmal etmemektedir. O kraldır, şehri izlemekten en çok bu vakitte zevk almaktadır. Gelen ise ilk kez kendini tanıtacağı halde ortaya çıkmakta kararsız gibidir. Kral, Yaşam Tanrısı tapınağından gelen ilahileri duyunca biraz olsun etkilenmiş olacaktır ki:
“Sevenlerin var.”
“Sizi daha çok seviyorlardır.”
Kral acı bir gülümseme ile ve sonra kahkaha ile karşılık verir ve yine gülümseyerek elini pervazlara sürterek yürümeye devam eder.
“Kim olduğunu söyleyecek misin?”
--------------------------------------------------
“Sakın fısıldama ama sadece söyle”
Bir aşk tanrıçası heykeline ulaştığında kral, balkondan görülen Ay’a bakmaktadır.
“Hiç konuşmuyorsun, yoksa sen de bu heykele ay ışığında hayran olup konuşmayı unutanlardan mısın? Bekle.”
Bu kez sırtını dönüp yatak odasının balkona açılan diğer kapılarından birinden içeri girecekti Aiunuvoronda. Rüzgâr iyice yavaşlamıştı. Gelen konuk öfkesini yitirmiş olmalıydı. Belki de kraldan etkilenmişti. Söyledikleri gibi cesur ve açık sözlü olabilir miydi bu adam? Bunu uydurmuşlar mıydı? İçeride ne yapmaktadır şimdi?
“İşte fısıldamamanı söylememin sebebi, yoksa bizi rahat bırakmazlardı.”
Elinde iki bardak kırmızı şarap kadehi ile tekrar balkonda belirecekti Aiunu. Belki de çıldırmış olmalıyım, hiç kendini göstermeyip tanıtmayan bir melek ile karşılaşmamıştım, diye içinden geçiriyor olması bunu söylemesine engel değildi ve öyle yaptı:
“Belki de çıldırmış olmalıyım, hiç kendini göstermeyip tanıtmayan bir melek ile karşılaşmamıştım.”
Kadehin birini aşk tanrıçası heykelinin geniş kaidesine koyacak ve kadehleri tokuşturarak, “Bize!” dedikten sonra gözlerini kapatıp kadehten ilk yudumunu alacaktı.
-------------------------------------------------
Ve gözlerini açtığında, bıraktığı kadehten şarabın bir miktar eksilmiş olduğunu gördüğünde gülümsemesini durduramayacaktı.
Ve konuk sonunda tekrar konuşmaya karar verir belki diye bir yudum daha içecekti Aiunuvoronda.
“Talanta”
“Talanta, düşmüş olan melek demek!”
“Bunu hak etmek için çok uğraştım, savaş meydanlarında çok dolaştım, birçok elf ile görüştüm. Ve senin gibiydiler.”
Aiunuvoronda bu kez gülümsemeyi bırakarak kadehini boşluğa atacaktır.
“Seni… Boşuna nefesini tüketme Talanta, barış sözleri ile geldiysen… Daha kendini bile göstermedin.”
Bu sefer aşk tanrıçasının heykelinin kaidesine yan uzanmış ile pervazlara ayaklarını koymuş siyahlar içinde bir adam kadehini krala kaldırmaktadır. Önce içecek gibi yapacaktır, ancak O da tıpkı kral gibi yapacaktır, boşluğa fırlatır kadehi. Birkaç damla parmaklarına bulaşmıştır diliyle bunları temizler. Şarabın tadını hatırlamak istercesine, yüzünü buruşturmuştur ki bunun sebebi kral olmalıdır.
”Daha fazla kan istiyorsun.” derken son damlaları da yalayıp bitirmiştir.
“O sevgili elflerine sakla bu sözleri!”
“Majeste” derken ayağa kalkan bıyıkları ve sakallarını sıvazlayan melek saygısız tavırlarını sürdürüp, buna sonuna kadar devam edeceğini bildirmektedir:
”Bilmelisiniz, elfler de yeterince inatçı.”
“Sanki bilmediğim bir şey söyledi şimdi bu!” kral küskün biri gibi bu sefer pervazlara dirseklerini dayayarak söze devam eder:
“Şu ilahiyi dinlemek istiyorum şimdi, senin için söyleneni. Talanta, ha!”
“Evet Talanta, majeste. Dinleyin zevkle sonuna kadar hiç konuşmayacağım.”
…
“Ve Onun adı düşen Talanta”
“Tanrıların oyunu Talanta”
“Sonunda aşk tanrıçalarından birinin elini tutacak”
“Talanta, sevginin adı olacak.”
İlahinin son dörtlüğü ile kral etrafına bakınacaktı. Merak ediyordu, neden elflerle barış yapmasını istiyordu ki son dörtlüğü düşündü.
“Sen bir hayalperestsin Talanta.”
Tapınaktan yayılan sesler gecenin içindeki, başka melekler için şarkılar söylüyordu artık. Yine balkonda Talanta’yı ilk gördüğü yerde görecekti Aiunu. Aşk tanrıçası heykelinin kaidesine uzanmış, zarif eline elini uzatmaya çalışırken, görünmez olacaktı melek. Rüzgâr yeniden sert esmeye başlayacaktı. Bu meleğin tarzı bu olmalıydı.
Kral her şeyi bilemeyeceğini düşünecekti ki barışın ne demek olacağını düşünmeye hep fırsatı olmuştu. Hala bilemiyordu oysa ki! Morwen’in laneti meleklerin veya kralların üstünde bir şeydi belli ki.
VIII. Bölüm Sonu
------------------------------------------
-Bölüm IX-
Aryante’nin Günü
“Artık bu kadar yeter seni, seni…”
“Haydi, durma konuş Aryante! Ben kimim?”
“Seni hain, onlara bilerek yardım etmedin, lordumu da muhtemelen ölüme gönderdin.”
Acı ölümleri dakikalar içinde ardı ardına gelen iki yaralı muhafızın, acı acı iniltileri hala kulaklarda iken, iki yanında dışarıdan gelen ikisi ve Aryante gelebilecek bir büyüden biraz çekinerek, Druid’in üstüne ilerlemeye başlamıştır. Kılıçlar çekilmiş, yüzlerde ölüm vardır.
“Saatlerdir dönmedi Paleadon, şimdi söylemek istediğin büyülü bir söz yoksa Druid, ölüm konuşacak…”
Druid, biraz daha sabır etmekten yanadır, mağarada başka kimsenin o gün için ölümle karşılaşmasını istemediğinden, büyülü sözleri söyler:
“Fısıltılar, söyle bize, resmet bize Paleadon nerede.”
Yaşlı kadın başarmıştır. Paleadon’u son gördükleri duvarda bir ışık oyunu; mağaradaki alevlerin renginde bir insan ve küçücük bir canlıyı göstermektedir. Konuşurlar:
”Peri beni oyalama ne istiyorsun, çoktan çıkışa gelmiş olmalıydık.” diyen lordunu tanır Aryante, hepsinin dili tutulmuştur, alev ışıklarında görülenler konuşmayı sürdürür:
“Şimdi bana kızmayın lordum. Gelin gölün kenarına götüreyim sizi. Yoksa burada donup öleceksiniz.”
Kendi etrafında döner Paleadon:
“Haydi, o zaman yolu, öhhö…”
“Evet, hemen takip edin lordum. Karanlıkta kaybolmak istemeyiz dimi? Yolu biliyorum ben lordum.”
Sonra görüntüler yitip gider, alevler ateşlere geri döner.
Aryante, Druid’e gözünün ucu ile şüphe içinde bakar:
“Bu nasıl bir oyun büyücü, şimdi söyleyeceksin.”
Resim: browse.deviantart.com/#/d2nctfl by faraday-of-skarabost.deviantart.com/
---------------------------------------
Druid, Aryante’nin aklının karışmasına biraz sevinmiş ancak gördüklerinden son derece rahatsız olmuştur:
“Bu, bu Farie. Morwen bunun kadar meraklı bunun kadar dünyayı merak eden bir başka peri görmemiştir.”
“Ne perisi ne merakı saçma sapan konuşma kadın.” demekten kendini alamaz muhafızlardan biri. Aryante tek söz söylememiş, şüpheli bakışlarını Druid’ten ayırmamıştır.
“Gidin ve bu periyi oyalayacak kitabı bulun.”
Az önce konuşan muhafız iyice sinirlenmiş: “Sen aklını kaçırmışsın, bize olmayan saçmalıkları gösterip lordumuzdan ayrı koymak istiyorsun, ben şimdi sana söyleti…”
Sözünü kesen Aryante, yönetimin kendisinde olduğunu anlatırcasına:
“Lordun emir subayı benim ve kimin yaşayacağına bu durumda ben karar vereceğim.”
Muhafız komutanına dönerek:
”Tüm saygımla efendim, bu yaşlı büyücü bizi kandırıyor. Orada yatan iki can yoldaşımıza bir bakın.”
Aklın galip gelmesi gerektiğini sezmişti Aryante:
“Onlar zaten ölmek üzereydi, kayıp için üzgünüm. Eğer bu kadın doğruyu söylüyorsa en azından lordu kurtarmanın yolundan bahsedecektir.”
Muhafız kılıcını diğerleri gibi kına sokacak ve Druid ile komutanının arasından çekilecektir.
Aryante, sanki içinde kopan fırtınalara, bir dur demesi gerektiğini anlamış bu kötü durumdan kurtulmak için, yine umut ile çaba harcamayı seçmiştir.
“Birkaç saat önce benim gibilere ihtiyaç olduğunu söylemiştin. Umut ile savaştığımı. Bizler için, lordum için umut verecek misin Druid?”
Yaşlı kadın, bu kez gülümseyerek:
“İşte, ismi Farie, yer altı gölünde başka peri kalmamış olmalı, sadece bir tahmin. Bildiğim bundan ibaret.”
--------------------------------------------
“Toparlanın, ölüleri atlara yerleştirin ve kendinizi geri dönüşe hazırlayın.” Subaylarının ani kararı ile söyleyecek söz bulamamıştı muhafızlar.
Hışımla kendilerini dışarı atıp, diğerlerinden ölülerini taşımak için yardım isteyeceklerdi. İşte ikisi yalnız kalmıştı. Druid nefesini daha fazla harcamak istemiyordu. Aryante de farklı hissetmiyordu. Birbirlerine baktılar, genç kadının mavi gözlerinde en küçük duygu kırıntısı yok gibiydi. Her şey olması gerektiği gibiydi, acımasız.
Adamları geri gelip ölüleri aldılar. Şimdi sıra, mağaranın dışındaki dünya ile uğraşmakta idi. Son kez geriye bakan Aryante mağaranın içinde yanan ateşlerin oynadığı gölge oyunlarından başkasını göremeyecekti. Hafif bir yağmur başlamıştı. At bindiler.
Uyanık olmalıydılar tehlike her yerdeydi, Morwen’in ormanlarında hayatta kalmak zordu. Komuta elinde olan öndeki ikiliyi oluşturanlardan biriydi. Diğerleri önce isteksiz hareketlerle ve sonra mecburiyetlerle takibe katılacaktı.
“Haydi, hızlanın bu hız ile lordun sonunu hazırlarsınız ancak!” Aryante soğukkanlılığını korusa da şartlar ağırlaşmaya başlamıştı. Savaşlarda bu gibi durumlara düştüğü olmuştu. Emrindeki kişilere cesaret ve korku vermeyi iyi bilirdi. Savaş miğferleri takıldığında mavi gözleri ile tam bir dünya dışı yaratıktı. Yağmur ile parıldayan miğferler, zırhlar ve kılıçların ay ışığını yansıtması ile bu savaşçılar kutsal varlıklar gibiydi şimdi. Ancak orman ilerleyenlere kutsal olanlara karışan yabancılar muamelesi yapıyordu her seferinde.
“Aryante’nin adıyla!” diyerek muhafız birliği iki kol olarak at sürecekti. Gri, siyah, mor ve gümüş ormandaki, gözlere hayranlık ve nefret vererek, lordları yanlarında değil iken, evlerine gitmek için ilerleyeceklerdi.
-------------------------------------------------
“Şimdiye kadar akıllanmış olmalıydım.” dağılan eşyaları ümitsiz biçimde toplama çabasına giren Druid tekrarlayacaktı:
“Şimdiye kadar akıllanmış olmalıydım.”
Başını iki yana sallayarak gözü az önce mağaranın bir köşesinde canını verenlerin kanlarına takılacaktı ki kendi kendine konuşmayı sürdürecekti:
“Paleadon veya başkası bunca hakareti işitmem için yeterince değerli mi? Peh sanki Morwen’i kendileri yaratmış! Peh bir çalımlar, kılıçlarla tehditler. Yazık ölenleri buraya sürükleyen lord dedikleri adama ne kadar da bağlılar. Yazık.”
Şimdi kendini de sorgulamaktadır. Paleadon gerçekten yardımı hak eden biri midir? Etrafa saldırıp duran biri midir? Yoksa? Kim bilir güçlü olmayı bilen biri mi? Druid’in kendine itimadı hep olmuştur ama Morwen… Evet, Morwen sizi karanlıklar içinde kendi etrafınızda dönüp kim olduğunuzu nerede durduğunuzu sorgulatacak bir dünyadır.
“Ben gerekeni yaptım.”
-----------------------------------------------
Tam bunu söylediğinde ormanın derinliklerinden boru sesleri duyulur. Hep bir ağızdan, konuşabilenler şu kelimeyi tekrarlar: “Centaurlar!”
Muhafız birliği gereğinden fazla oyalandığı mağarada dikkat çekmeyi bilmişti. İşte amansız düşmanlardan bir grup centaur toplanmayı başarmıştı ve belli ki diğerlerini yardıma çağırıyorlardı.
Aryante ve yanındaki, hızlanmak için bundan daha kesin bir uyarı alamazdı, diğerleri eşlik etti. Aryante’nin işareti ile ölülerin atları sahipleri ile sonsuzluğa uğurlandı. Yedi kişiydiler. Şimdi en önde tek başınaydı Aryante. Ve aynı işaret ile ikili kolun biri kılıç taşımayı sürdürürken diğerleri arbaletlerini kullanacaktı. İlk atışlar sonucu acı haykırışlar ormanı bir kez daha ayağa kaldıracaktı.
Boru sesleri giderek çoğalacaktı. Dakikalarca kendilerini korumanın garip hazzı ile ilerlediler. İşte beklenen olacaktı. Ay ışığında iki centaur, boynuzları, sivri kulakları ve atletik vücutlarında taşıdıkları zırhları ile en iri insanları gölgede bırakacak haşmetleri ile yollarının tam üstünde duracaktı.
Aryante kaçamak bir cevap verip, grubunu riske atmamayı seçecek, kayaların ayırdığı paralel bir patikayı seçecekti. Lanetleme sözleri:
“Sizi buradan temizleyeceğiz!”
“Biz kazanacağız, bu krallıkta yeriniz yok!”
“Sizin de Morwen ormanlarında yeriniz yok.”
Atların hızına yetişmeleri mümkün değildi ki, yolları zaten ayrılmıştı. Nefes nefese kalan iki centaur ki bunlardan biri lider olabilirdi, sonunda takipten vazgeçecekti.
Genç komutan Aryante, ardına bir nefretle bakacaktı ki. Ölülerini bile gömemedikleri için, lordları kayıplara karıştığı için bu ormanı asla affetmemek üzere yemin etmiş gibi bir bakıştı bu. Sonunda güvenli evlerinin sınırlarına gireceklerdi ki gün Aryante’nindi.
IX. Bölüm Sonu
----------------------------------------------
Ejderha efendisi Fenume'ın diyarında dolaşıp Urulooke'den duyduğu bir öyküyü anlatıp duran bir ozan vardır. Ejderha dilinde ne denir buna bilmiyoruz ama öykünün geri kalanını ondan duymak için beklemek gerekecektir besbelli. Ay ile Güneşin Buluşması şimdiye kadar ozanın anlattığı kadarı ile...
Resim: tanathe.deviantart.com/art/friendly-wisp-251263115 by tanathe.deviantart.com/
-Bölüm X-
Kralın Tanrılarla İşleri
Birileri tanrılar gülüyor demekte, birileri hiç gülmezler, kimi ise hep ağlıyorlar… Kimisi hiçbir şey yapmadıklarını, kimi senin benim gibi aramızda dolaştıklarını, yok o da değil tüm olanın onlardan geldiğini söylemekte. Tanrıları ile başı dertte olan Nertetulwe kralı, rahat bir uyku uyuyabilir miyim diye düşünmekten uzun zaman önce vazgeçmişti.
Aiunuvoronda, rüzgârla kayıplara karışan meleğin; Talanta’nın ardından etrafını bir komplonun sarıp sarmadığını düşünmeden edemiyordu. Onun gibi meleklerin bile etrafta elflerle barıştan söz ettiği bir dünya düşünmek imkânsızdı kral için. Ve Güneydeki vassallarının toplantısı dikkatini elbette çekecekti. Ama onlara müdahale etmemeyi seçmişti öyle ki akıllarında ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyordu. Nertetulwe bir iç savaş görecek miydi?
Hepsini geride bırakmak için, hafifleyen ve yerini gecenin hafif dokunuşuna bırakan rüzgârla uçuşan yatağın beyaz, kahverengi perdelerine sürünerek kendini sırt üstü uzanmaya bıraktı. Buz gibi çarşaflar, rahat kuştüyü yastık, üstünü örttükleri ile konuştu:
“Tekrar uyuyabilir miyim? Bana uykunun yettiğini düşünmüştüm. Bu kez farklı oldu tekrar uyuyabilir miyim?”
Sanki bir yanıt bekleyecek hali vardı. Elbette bu kez uyumasına izin vardı, tüm ihanet şüphelerinin, tüm nefretin, her bir ırktan, türden yaşayanların bu dünyada onu sevmemesinin ağırlığının, bir süreliğine, az önce kendisi ve Talanta tarafından aşağıya atılan kadehler gibi kaybolup gittiğini düşünmek istiyordu bu kez. Bu, uyku için belki de son fırsattı. Gözleri kapattı. Onu tanrıların kandırmasına izin verebilirdi ancak ve rüyalarında onlarla konuşabilmeyi bile ummak. İşte gözler kapandı. Kapattı gözlerini kral olan, tüm ülkesini geride bırakıp gözlerini kapattı, rüyalar âlemine.
Resim: nechnechmo.deviantart.com/art/Elven-King-II-346930165 by nechnechmo.deviantart.com/
--------------------------------------
Karanlık, öyle ki uyanmak imkânsız… Bilinç teslim olmuş, sadece derinlerdekilerle uğraşan rüyalar. Temellere inen, sahibini sarsan, derinlerde taşları oynatmaya çalışan rüyalar. Tanrıların oyunu olmalılar.
İşte Aiunuvoronda, uzun zamandır izin vermediği rüyalara, bu kez bir oyun oynama niyeti ile açık kapı bırakacaktı. Oyun basitti, şimdiye kadar topladıklarından temelleri sağlam olanları ve olmayanları ayıklamak ve her şey yıkılmadan oradan çıkmak. Bunu başarabilirse, Talanta gibi meleklerle daha güçlü olarak konuşabilirdi. Bu sağlam duranların dünyası idi, herkesi kendi etrafında dönmeye zorlasa da kral olanın bunu başka yollarla çözmesi şarttı. Yoksa yoksa belki de bir şey olmazdı, belki tahtını korurdu kral, Morwen’in karanlıklarında kendi etrafında dönenlere katılırdı.
Rüyaları ona soru sorma hakkı tanıyabilirdi. Basit çocukça sorular bile. En karmaşık olanları bile. Cevaplar belki onlarca soru sonra verilir belki hemen, ya da sadece uçuşan kelimeler olarak yok olup giderdi.
Yalan söylemeyi de çok severdi temellerdeki zorlu taşlar, işlenmesi imkânsız dediklerin bekli de bir anda önünden çekilirdi, tüm üst yapıyı sarsacak kadar derinlerdeki yalanlar belki de reddedilirdi.
Her şey karma karışık, olacaktı elbette. Oynayıp durmayan bir temel taş bulunabilir miydi? Bu korku verici bir oyundu. Ve kral bu oyunu oynamaktan uzun yıllar sakınmıştı. Zamanıydı, hafif rüzgârda buz gibi yatağında ve o bir kral iken, gözler kapatılıp karanlık ile yola çıkılmış iken.
---------------------------------------------
İşte temel rengi verecekti en başta rüya, turuncunun bin bir tonu. Onu ayıkladı Aiunuvoronda ki annesinin sesi ile ayıkladı onu. O temel taşlardan biriydi, annesinin sesi. Annesinin sesi, rüzgârların sesine karışırken her yerde sarı, turuncu, kırmızı yaprakların uçuştuğu ülkesinin topraklarının kokusunu alırken aklında yer eden ikinci temeli anlayacaktı; yurdu. Gökyüzünü aradığında uçuşan yaprakların arasında atasının rengi olan maviye bir bakış atacaktı ki, o da temeldi.
Rüya sürüklemeye devam etmeden sorularını sordu:
“Atamın topraklarında annemi katledenler kim? Sarı, turuncu… Sarı, turuncu, kırmızı yapraklar… Yapraklar… Kimlerin, kim… Hançer?”
Tek bir cevap gelmemişti. Sadece şüphelerin ve yalanların konuşmaması belki de iyi bir işaretti. Belki de hiç iyi değildi, belki asla çözemeyecekti.
Rüzgâr şiddetini arttırdı, annesinin sesi duyulmaz oldu, yurt toprağı ve gökyüzü her yer o renkteki yapraklarla kapandı. Gözünü önüne kırmızısından bir grup yaprak yapışıverdi.
Kral bu sırada yatağında acılar içinde kıvranıyor gibiydi, ancak tek kelime dudaklarından dökülmeyecekti. Oyunu kuralına göre sürdürecekti ki diğer rüyayı bekleyecekti. Belki hiç gelmeyecek rüyayı.
-----------------------------------------------
Kırmızı rengi kaldırıp, dünyanın diğer renklerini tekrar görmeyi öylesine istiyordu ki bunu söylemek hata olur muydu acaba? İstedikleri olur muydu? Bir çocuk gibi mi sormalıydı?
“Kırmızı benim mi? Sadece benim, sadece bu renk mi?”
Bu sefer cevap veren biri olacaktı. Elleri ile kırmızı yaprakları etrafından uzaklaştırmaya çalışan bir çocuktu şimdi, kendini izleyen bir tanrı ona acımış olmalıydı.
“Sadece istediğinde çocuk, gel Morwen üstünde yaşayanlara beraber bakalım.”
Sonunda yapraklar önce uzaklardan gelen yeni meltemler ile etrafından dağılacak ve renkleri toprağa karışacaktı. Çocuk gözlerini ovuşturup açtığında, komik bir gülümseme ile ona yukarıdan bakan saçları gri, bıyık ve sakalları birbirine karışmış, yeşil gözlü bir yaşlı adamla karşılaşacaktı. Cevabı duymuştu elbette, bir soru daha sormanın zamanıydı:
“Sen kimsin?”
“Etrafına bak benim parçalarım onlar, sen de, iyi bak kral!”
Çocuk korkmuştu öyle ki birden ortadan kaybolacak şekilde koşmaya başladı. Bu sefer bu yaşlı adamın yanında ilk gençlik zamanlarında kral dikiliyordu.
“Gel genç kral beraber dolaşalım, gel Morwen üstünde yaşayanlara beraber bakalım.”
Kral tekrar sormamak için kendini tutmak istiyordu. Ama sordu:
“Sen kimsin?”
“Şimdiye kadar öğrenmiş olmalıydın, iyi bak kral!”
Genç, aldırmadan onun yanından ayrılacaktı. Bu sefer yirmili yaşların en başındaki hali ile zırhlar içinde kral yaşlı adamın yanında yerini almıştı.
“Gel genç, gel kral, gel beraber Morwen üstünde yaşayanlara beraber bakalım.”
Kral bu sefer cevabı kendisi verdi, yirmili yaşlarının en başındaki hali ile:
“Sen Yaşam Tanrısı’sın.”
“Şimdi biliyorsun, kırmızı, sarı, turuncu yaprakları tek başıma ben getirmedim, ellerine bir bak.”
“Peki, kim getirdi bunu bizim topraklarımıza?”
“Ellerine bak, yaşayanların ellerine.”
Şimdi bu rüya da sona ererken, kral yatağında ellerini silmeye çalışır gibi çarşaflara sürüyordu. En kötüsünden bir temel taşı bulmuş gibiydi.
---------------------------------------------
Arada onlarca rüya görecekti, kiminde sorular soracaktı, öylesine anlamsız, öylesine anlamlı sorular. Öylesine anlamlı anlamsız cevaplar, cevapsızlıklar, koşuşturup duran simgeler, nesneler…
Sonunda kendini gün ışığında sınır boylarında dolaşırken görecekti. Atını muhafız birliğinden uzaklaşmak istercesine şevkle hızlandırırken… Ve atın onu götürdüğü yeri soracaktı bu sefer rüyaya:
“Nereye gidelim?”
“Gün Işığı Tanrısı’nın elf diyarına.”
“Demek onların da böyle bir tanrısı var?”
“Onlar senin gibi değil yaşamları farklı, ışıkları görüşleri farklı, tek ortak yanınız aynı zaman diliminde hepinizin akılsızlar gibi davranmanız.”
Rüyanın yanıtları kesindi. Ve atı onu doğruca elf krallarından birinin önüne sürükleyecekti. Belki aynı anda rüyada olanlardan birinin karşısına… Sonbahar çiçek ve yaprakları ile süslü tacı, uzun sarı, kahverengi saçları, ince çenesi ve büyülü hüzün dolu gözleri ile Morwen’in adını verenlerden biri olabileceğini düşündüren duruşu ile bir elf kralı, şimdi Kral Aiunuvoronda ile konuşacak mıydı, çarpışacak mıydı?
“Gün Işığı Tanrısı” dedi elf.
“Bizim için de onun adı bu.” Diye yanıtlarken bu tanrıya elfçe ne denildiğini merak etmiyor değildi.
“Size neyi ifade ediyor?”
“Morwen’de uzak olduğum şeyleri, ya size?” derken elf kralının uzaklaşmak için atını hareketlendirdiğini fark eder.
“Hey, ben söyledim sıra sende, bilmeliyim.”
“Biz bu dünya ile bağlıyız. Onunla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini ifade ediyor Gün ışığı Tanrısı.”
“Onunla yaşamak mı, her gün birbirimizi öldürüyoruz!”
“Ellerini temizle o zaman.”
Ve birden yine o yapraklar etrafını saracaktır, rüzgârda uçuşan beyaz saçları gözüne gelecek ve tam bir karanlık. Kral sonunda uyanacaktır. Neler hatırlardı ki kim bilir? Bu da tanrılarla oynanan rüya oyununun zorluğu idi. Tanrılarla daha çok işi olacaktır, ama bu gece daha fazla rüya için istek duymayacaktır. Belli ki hatırladıkları vardır.
X. Bölüm Sonu
--------------------------------------------------------
Ejderha efendisi Fenume'ın diyarında dolaşıp Urulooke'den duyduğu bir öyküyü anlatıp duran bir ozan vardır. Ejderha dilinde ne denir buna bilmiyoruz ama öykünün geri kalanını ondan duymak için beklemek gerekecektir besbelli. Ay ile Güneşin Buluşması şimdiye kadar ozanın anlattığı kadarı ile...
Resim: tanathe.deviantart.com/art/friendly-wisp-251263115 by tanathe.deviantart.com/
----------------------------------------------------
-Bölüm XI-
Gizli Anlaşmalar
Gelen haberlere göre konuklar gecikecekti. Bu gece bekleniyorlardı ancak yollarda yaşadıkları sorunların haberleri, büyücü adaylarınca duyurulmuş, dilden dile dolaşıyordu. Bu buluşmayı önleyecek asıl sorun ise henüz açığa çıkmamıştı. Ev sahibi kayıptı. Kim ile anlaşmalar yapılacaktı?
“Demek O’nu orada bıraktınız Aryante, nasıl oldu, ne yapacağız?” on kişi gidip yedi kişi, babası hariç olmak üzere döndükten sonra genç efendi Arcanian’ın Aryante’ye sorusu.
Sadece ikisinin duyacağı, kabul salonlarından en iyi sesi gizleyenlerden birinde bir konuşma:
“Lordumuz yaşıyor, sadece büyük bir tehlike, bir büyücülük marifeti ile karşı karşıya. Hepsini anlatacağım.” dedikten sonra Aryante, heyecan ile devam edecekti:
“Druid’in mağarasına gitmiştik…” hikâyenin sonunda Arcanian’ın gözlerinde Paleadon’un sorunları çözmedeki kararlılığını arayan Aryante soracaktı:
“Bizden ne kitabı istedi anlayabildiniz mi, genç efendi Arcanian?”
Sessizce her şeyi dinleyen genç efendi Arcanian gitmeleri gereken yeri iyi biliyordu. Malikânenin kütüphanesine girdiklerinde onları şaşırtan bir manzara ile karşılaşacaklardı. Silmolin şömine başındaki koltuklardan birinde uykudaydı, bir şeyler mırıldanıyordu ama uyuduğuna emindiler. Yüzü raflardan bir bölümüne dönük iken, o raflardan sarının bin bir tonunda ışık oyunları etrafa yayılıyordu.
“Büyü” diyebildi Aryante.
Resim: browse.deviantart.com/#/dttkb1 by wickeddesktop.deviantart.com/
----------------------------------------------------
Druid’in istediği kitap tüm krallıkta sadece tek bir yerde olabilirdi. Bu yüzden Arcanian etrafa söz yaymamaya kararlıydı.
“İşte Aryante, büyülü kütüphanemize hoş geldin. Şimdi hikâyeni mırıldanabilirsin belki bir faydası olur.” derken genç efendi, Silmolin de dışarıdan gelen soğuktan ve konuşmalardan uyanacaktı. Kendini toplayıp, gelenlere saygısını gösterecekti ki Aryante hikâyeyi anlatmadan önce elfi süzerek:
“Demek uyandın Silmolin. Gözlerimize inanmakta zorlandık, büyü işleri ile mi uğraşıyorsun?”
Silmolin biraz şaşkın:
“Efendim, sanırım bazı sesler duyuyorum, rüyalar, hayaller ve bu kütüphanede, buraya ait olan kitaplardan olmalı, siz nereden bildiniz.”
Aryante cevap verecekti ki daha fazla uzatmadı. Arcanian elfin kalmasını istedi:
“Sen de dinleyeceksin hikâyeyi Silmolin.”
Aryante, az önceki manzarayı görmemiş olsa bunu asla yapmazdı. Kendini bir aptal gibi hissedebilirdi çünkü. Ama şimdi raflardaki kitaplara bir hikâye anlatacaktı. Yardım isteyecekti. Söze başladı:
“Bilmiyorum ne kadar doğru anlatacağım ama bir peri ile başımız dertte, kütüph…” iki üç kere takılıp sonunda hitap edeceğine hitap edecekti: “Kütüpha… Kütüphane.”
Hepsi bir şey olması için öylece bekliyordu. Tek bir ses vardı o da şömineden gelen çıtırtılar. Odanın içinde dolaşıp tüm hikâyeyi anlatacaktı Aryante. Tek söz, tek ışık oyunu yoktu.
Aryante: “Boşa zaman kaybediyoruz.”
Arcanian: ”Öyle mi dersin komutan.”
---------------------------------------------------
O anda odanın uzak bir köşesinde, pencerelere en yakın raflardan bir ses duyuldu. Yere düşen bir şeyin gürültüsüydü. İlgiyle o yöne bakacaklardı:
“Bu kadar kolay olamaz.” dedi Silmolin ki hepsinin aklındakini dile getirecekti.
Hızlı adımlarla efendi Arcanian düşen kitabı almaya gitti. Bunu bizzat yapmak istiyordu, en önce kendisi bilmek istiyordu. Kitabın mavi cildi eskimiş, ön kapağında yazan zorlukla okunabiliyordu. Elf dillerinde eğitim alan genç efendi, diğerlerinin duyabileceği şekilde sesli okuyacaktı:
“Gizli anlaşmalar.”
Sayfaları çevirmeye başladığında diğer ikisi yanına yaklaşmıştı bile. İki tarafında yerlerini alıp kitabı incelemek istiyorlardı.
Aryante: “Elfler ile anlaşmalar, ama anlayabiliyor musunuz Efendi Arcanian, Silmolin?”
Arcanian telaşla sayfaları karıştırıyordu. Silmolin ise görebildiklerinden bir şeyler çıkartmaya. Söze Silmolin girdi:
“Bu krallıkta bunu okuyacak kimse olamaz. Bu krallık daha ortada yok iken yazılmaya başladığına eminim. Bizimle ilgili anlaşmalar varsa bile aynı eski elf dilinde şifreli yazılmış olmalı.”
Arcanian ümitsiz: “Hem kadim bir dil, hem de şifreli olmalı yani.”
Aryante daha bir ümitsiz: ”Kütüphane bize ancak bu kadar mı yardımcı olacak, bizim için bir şeyler yapmalı.”
Genç efendi, kitabın sonlarında boş sayfalar olduğunu fark edecekti ki bu da hala yapılacak anlaşmalar olabilir demek olabilir miydi?
“Şu boş sayfalara bakın. Bu yazılar büyü veya hangi marifet ile yazıldıysa hala yazabilecekler olmalı.”
Hep bir ağızdan: “Elf krallıkları.”
--------------------------------------------------
Arcanian yıkılmış gibiydi. Silmolin aklından geçeni az sonra söyleyecekti. Aryante ise garip duygular içinde lorduna bağlılığını düşünüyordu. Arcanian kitabı, yazılı kısımlar açık olacak şekilde en yakındaki masaya bırakacaktı.
Öylece bekliyorlardı, bir yardım eli. Ve Silmolin sonunda konuştu:
“Elf krallıklarına gidebilirim.”
Aryante başını iki yana sallayarak: ”Bu günler sürecektir, bu sürede Lord Paleadon, şey…”
Genç efendi, masaya iki elini dayayıp kitaba bakarak: “Ölmüş olur.”
Şimdi yine şöminenin sesinden başka bir ses kalmamıştır. Belli ki Paleadon devri kapanmakta Arcanian’ın dönemi başlamaktadır. Hala küçücük bir ümit için oradan ayrılmamakta kararlıdırlar. Hepsi bir köşede gecenin ilerlemesine izin verecek, düşüncelere gömülecektir.
Sonunda Arcanian’ın dikkatini bir şey çekecektir: “Kitabın adı: Okuyabildim. Gizli anlaşmalar, elfler ile size bir şey ifade ediyor mu?”
“Kimler hangi insanlar, hangi krallıklar, hangi büyülü varlıklar? Kim bilebilir elf diyarındakiler dışında efendim.” Silmolin üzgün yanıtlamıştır.
Aryante, Kütüphane ile konuşmaya karar verir:
”Bir anlaşma yapmak istiyorum. Gizli bir anlaşma, üçümüz ve senin aramızda Kütüphane!”
Sanki bunu bekleyen tüm oda şöminenin alevinin rengine bürünecektir şimdi. Ve bir kadın sesi duyulacaktır:
“Gizli olsun o zaman!”
Kulaklarına inanamazlar ama gördüklerine inanırlar. Gizli anlaşmalar kitabının sayfaları bir anda kendi kendine karıştırılarak boş olanlar açık olacak hale gelecektir. Gözünü kitaptan bir an ayırmayan Arcanian bunu fark edip diğerlerine de söyleyecektir elbette. Üçü de kitabın başında toplanırlar. Şöminenin alevlerinin renginde yazılar belirir boş sayfalarda ve bu anlayabilecekleri dildedir:
“Paleadon topraklarının temsilcisi Arcanian ve bilmesine izin verdikleri ile ben Kütüphane’nin gizli anlaşmasıdır:
-Elf krallıklarına yolculuk yapılacaktır. İstediğim kadim el yazması kitaplardan hangileri bulunabilirse değerini korumuş en az üç tanesi bana getirilecektir.
*Yaşam Tanrısına Dair
*Gün Işığı Tanrısı Kimdir
*Morwen Adını Verdim
*Elflerin Kadim Krallıkları
*Nertetulwe’den Öncesi
*Kuzey’in Kadim Krallıkları
*Talanta’ya Dair
*Denizlerin Tanrıları
*Aşk Tanrıçası Melesse’nin Sevdiği
Kadim olup da benim kabulüm olabilecek diğer kitaplardan bulabilirseniz antlaşmanın şartı olan üç kitaptan bir tanesi sağlanır. Ancak, kabul edebileceğim kitap Nertetulwe kurulmadan öncesinde kaleme alınmış kadim lisanlarda olmalıdır.
( Liste’nin bir örneği en son sayfaların arasındaki kâğıttadır)
-Bunların karşılığında, perinin ihtiyaç duyduğu kitabı size sağlayacağım. Paleadon’un ölmeyeceği bir büyülü ortamda olduğu bilinmelidir.
-Anlaşmanın bir süresi yoktur ve elbette Arcanian’ın paylaştığı kişiler dışında kimsenin dilinden dökülmemelidir.”
Arcanian diğer ikisine sormadan kitaba imzasını koyacaktır. Ve şömine alevinin renklerindeki harfler, kadim elf lisanlarından olan siyah mürekkepten harflere dönüşecektir.
Renkler kaybolur, alevler eski yerleri olan şömineye dönerler. Kitabın son yaprakları arasındaki listeyi alan Arcanian, sanki bir gün içinde her şey bitecekmiş gibi kitapların isimlerine tekrar tekrar bakacaktır. Aslında gizli anlaşmaya uymazsa ve Lord Paleadon ölürse bu kütüphaneyi zaten ateşe verecektir:
“Söyledikleri doğru olabilir mi? Babam orada ölmez mi?”
Aryante yanıtlar: “Şimdilik buna uymamız gerekir lordum, imzanız…”
“Evet imza, peki bu nasıl olacak yolculuk, nasıl alırız o kitapları, ne yapacağız, kimler bilecek?”
Yine Aryante konuşur: “İyi bir plan yapmalıyız ama burada bu odada değil.”
Etrafa şüpheli gözlerle bakar üçü de ve Kütüphaneyi hızlı adımlarla terk ederler.
XI. Bölüm Sonu
--------------------------------------------------
-Bölüm XII-
Günbatımı Ülkesi
Onca zamandır yüz yüze görüşmeyi gerekli görmediler. Nertetulwe kralı tahta çıktığından bu yana sadece aracılardan birbirlerini bildiler. Savaş meydanında da göremezlerdi birbirlerini çünkü Günbatımı Ülkesi, Batı Krallığı Nuumea’nın kralı ile arasında hep birileri var idi.
Şimdi kral Aiunuvoronda, düşüncesini tanrıların meselelerden yine bu kuzey batı krallığına çevirecekti ki bunun için uğraşan az önceki rüyalardan sonra başka türlü düşünemezdi. Yataktan önce ellerine bakarak kalkacaktı. Kırmızıdan eser yoktu. Ama rüya olduğu yerdeydi; aklının derinliklerinden, şimdi uyanıklığa, bilincin üst katmanlarına ne verdiyse. Yere bastığında bir ses, ezilen sonbaharın sürüklediği bir çınar yaprağına ait. Eğilip, dağılmamış olan büyük bölümüne, göz atacaktı:
“Demek bu bir uyarı olmalı; bu dünyaya bağlılar, onlara hayatı zindana çevirdiğimizden şüphem yok artık. Tıpkı onların bize yaptığı gibi... İşte onları da ellerimin arasında un ufak edeceğim, şu yaprak kadar korkutucusunuz, ancak o kadar.”
Yapraktan geriye bir şey kalmamıştı ki mum ışıklarında ellerine bir daha gözü takıldı:
“Ellerini temizle o zaman.” denildiğine yemin edebilirdi. Ancak kimseciklerin bu kelimeleri seçmesi mümkün değildi. Evet, rüyasında duyduğu bu kelimeleri unutmamıştı. Toparlandı. Ellerine bir daha bakmayacaktı. Kabul salonuna geçecekti. Uygun olanları giydi, rahat olduklarını tercih etmişti, Kraliyetin sütunlarını simgeleyen kol ve yaka işlemeleri olan gömleği ve siyah kadife pantolon, uzun dizlere kadar bir kolsuz, mavi ceket, kraliyetin kralın kendisini temsil eden kubbe motifli mavi yüzük…
Yaklaşan elf elçisine, konuşma izni verecekti. Tahtının önünde belli bir mesafe bırakıp saygısını sunarak selamlar iken; isimleri verecekti:
“Bendeniz Limpenolwe, tam olarak çeviri olmasa da Şarap bilgesi denebilir ama şaraplardan hiç anlamam. Yüce kral Aiunuvoronda’ya saygılarımızı sunarız. Uzun yıllar, babasından sonra bize karşı savaş verene. Kralım beyim Günbatımı, Anduunie ve kraliçemiz Ak hanımım, Ninque’nin sözleri ile karşınızdayım.”
“Devam et bilge adam, bizlere Morwen’in karanlığında hala Güneş’in olup da battığı, Ay’ın olup da ak bir halde bulutlardan sıyrılıp gülümseyebildiği bir diyardan mı haberler getirdin? Yoksa sonbahar yaprakları ile eriyip giden bir yılın daha kışından mı söz edeceksin?”
Limpenolwe bu sefer sıkıntılıdır, sözleri hep savaşı anımsatacaktır; “Sadece, elf krallıkları ile teslim şartlarını görüşmek isteyip istemediğinizi ve bir de teslim olmazsanız bize getireceğiniz bir öneriniz var mı? Bizimkini cevabınıza göre söyleyeceğim.”
Kral hiddetlenmemek için kendini zor tutmaktadır, elfin kendine güveni onu bir kat daha sinirlendirmektedir ancak çok kısa yanıtlar: “Yineliyorum, tazminatlarımız ve ülkeme gönderilen katil casuslar teslim edilmez ise barış olmayacak. Ve ne önerisi tanrılar benimle alay mı ediyor; ne önerisi sayın elçi?”
Elçi beklediği cevabı almış, başını hafifçe yana çevirip saygısız bir gülümseme atmıştır ki kralın karşısında olduğu aklına gelip bunu uzatmamıştır:
“Nertetulwe kralına iyi niyet elçilerini göndermesi için fırsat vermeye karar verilmiştir. Ülkemizde zaman geçirecek büyük bir heyet göndermeniz durumunda karşılık beklemeden onları ağırlayacağız.”
Kral bu adamın dediklerine şaşkınlık ifadesi ile karşılık verecektir: “Çok cömertsiniz, hayret edilecek kadar. Öneriniz değerlendirilecektir. Şimdi ülkemdeki görevinizi yapabilirsiniz. Ancak önceden uyarmalıyım sizi Limpenolwe, herhangi bir casusluk olayında, derhal ülkenizi boylarsınız, kendi kendime bir söz verdim elçi kanı görmek istemiyorum.”
Tahtın bulunduğu dört-beş merdivenlik bölüme kadar yaklaşmış olan elf kimsenin duyamayacağı bir söz eder:
“Gün Işığı Tanrısı size neyi ifade eder?”
Kral, bunu duymazlıktan gelmek ile cevap vermek arasında şüpheye düşer. Rüyadaki konuşmadan olduğuna emindir bu cümlenin. Rüyasını kendinden iyi bilen bir elf! Sadece fısıldar:
“Kelleni korumak istiyorsan geri çekil!”
Limpenolwe, hızlı adımlarla ve kapıya yaklaştıkça artan bir sırıtma ile Nertetulwe kralının huzurundan çekilecektir.
Resim: af-studios.deviantart.com/art/Fire-Within-Me-155600530 by af-studios.deviantart.com/
-------------------------------------------------
“Kesinlikle eminim, büyülerimizi aşmaya çalıştıkları günden beri eminim garip şeyler oluyor bu sarayda. Baksana şu elçinin tavırlarına…” son olarak fısıldananları duymamış olan salondakiler, kralın tepkisini anlamaya çalışırken devam edecekti Aiunuvoronda: “Gece çağırmamış olsam bu adamı elimden bir kaza çıkabilirdi.” Herkes bir kez daha şaşkın birbirine bakmaktadır ki kral salonu terk etmek için yan kapılardan birine yönelir.
“Sonunda yalnızım gece tekrar, tekrar garip rüyalar mı göreceğim?” tek bir yanıt gelmez. Balkonun uçuşan perdelerinde bir ışık; “Elf diyarı.” dilinden dökülen iken. Kendi kendine anlatır kral:
“ Kralın Söylemedikleri
Elf kralının gözlerine bakmamak için çok uğraşacaktım. Beni sözleri ile zaten duygu dünyasının, sorgulamaların ve kadim olanın düşüncelerinin dünyasına sürüklemeyi bilmişti.
Şimdi binlerce, milyonlarca sarı, turuncu, kırmızı yaprağın aramızda bir duvar örmesini isteyebilirdim, istemeliydim.
Oysa O da iyi biliyordu, doğruca gözlerine bakacaktım. Yeşile çalan gri gözlerde, savaştığım değil, yaşadığım dünyanın hüznünü görmek… Evet, söylemişlerdi bu hep böyle olurdu. Senin kadar suçlu olduğunu düşünürsün, belki öyledir de! Heyhat onda kendi dünyanın gözleri vardır. Elf kralına, söylemek istediğin onca nefret kelimesini ertelersin, biraz sonra söylerim, gözlerden ayrıldığımda biraz sonra…
Ve yapraklar etrafı sarıverir… Rüzgârın sesinde ikimizin dedikleri duyulmaz, dünyalarımız bir kez daha ayrılır.
-Bir dahaki sefere söyleyeceğim, onlardan nasıl nefret ettiğimi. “
Tüm bunları işte o tüllerde, perdede görmüştür Nertetulwe kralı. Rüyalar ve hayaller… Gerçekle bağının kopmasına az mı kalmıştır? O heyeti göndermeli midir? Hislerini erteler. O heyetten önce Günbatımı Ülkesi Batı Krallığı Nuumea hakkında bildiklerini düşünecektir.
---------------------------------------------
Ooo güzel elf yurdu
Günbatımı Ülkesi Kuzeyin
Elf tanrılarının son evi
Daha fazla yürümezler Güneye
Bildikleri var elbette, savaşacakları
Kral tam Güneylerinde
Kuzeyin Elf tanrıları ne ister?
Ne ister? Daha fazla toprak
Daha fazla hazine
Bitmek bilmeyen güzellik
Hepsi zaten Günbatımı Ülkesi’nde
Ooo Kuzeyin tanrılarının yurdu
Elflerin ormanlarında dolaşıp duran
Meltemin buz gibi Kuzeyden getirdiği
Sözlerin Sonbaharı dondurduğu
Elf yurdu.
Ooo güzel elf yurdu
Seni hiç sevmedim
Bir an olsun bana güzelliğinden
Sevginden bahsedenlere inanmadım
Beni kandıramazsın tanrıların oyunu elf yurdu
Kendi kendine bunları mırıldanan kral, elinde kırmızı şarap kadehi sofalardan birinde, uçuşan perdelere bakmaktadır. Bu elçi onu etkilemeyi bilmiştir besbelli. Elbette onunla daha çok konuşmalar yapmaya niyetlidir Aiunu. Şimdiye kadar duydukları, elçilerin anlattıkları ile, tüm elf yurtları gözünün önünden geçse de en çok bu Günbatımı Krallığını merak etmiştir. Belki de ona en sıcak davranalar onlar olduğundandır.
Ormanların içinde vadilerde kurulu şehirlerini, buz gibi suların çağlayanlar olup aktığını, mevsimlerin her birini ama en çok sonbaharı yaşadığını bilen Aiunu, içinden geçeni itiraf etmek istememektedir. Kendi kendine söylediği, şiirlere bile bunu yansıtmaktan korkmaktadır. Kim bilir belki bir dinleyen vardır. Ama gönderilecek bir heyet varsa içinde yer almayı, can düşmanlarının o nefret edilesi güzel diyarını yıkılmadan önce görmeyi istediğine kendi bile inanamamaktadır. O evet, orayı yok edecektir, planı budur ve bunun için uzun süre beklemek istememektedir.
“Acaba?” acaba suçsuz olabilir miydiler, diğer krallıklardan olmasın katiller? Niye diğerlerinin yanında savaşa girmişti Günbatımı Ülkesi Batı Krallığı Nuumea. Niye akıllarındaki yıkımdan kurtulamıyorlardı. Güçlüydü Nertetulwe kralı ve bunların önemi tam da bundan geliyordu. Suçsuzları yok etmek istemiyordu. Ama neden savaşıyordu elf krallıkları ile? Ülkesindeki ayaklanmaları kışkırtmış olabilecekleri için mi? Annesinin katli için mi? Savaş meydanlarında yitip gidenler için mi?
“Her ne olursa olsun. Büyük yıkım olacak.”
Şimdi kadehinden büyük bir yudum daha alabilirdi. Perdelere gözü takıldı, ardındakine de. Şu meleği gördüğü yerdeki tanrıça heykeli hayal meyal tüllerin arasından görülüyordu. Tanrıları terk etmeli miydi? Saldırısını yapıp kuzeyindeki Batı Krallığına yürümeli miydi?
“Her ne olursa olsun. Büyük Yıkım olacak.”
Bu kış o heyetin gitmesine izin verecekti. Bu kararı almasında Talanta’nın sözlerinin, rüyaların ve belki de bazı vassallarının düşüncelerinin etkisi olabilirdi. Ancak asıl sebebi nefret ettiklerinden bir şeyler duyma zorunluluğu idi. Onlar nefret edilmeye değer miydi?
“Her ne olursa olsun. Büyük yıkım olacak.”
Kadehtekileri tüketmişti.
--------------------------------------------------------
“Haber salmalı, yolculuk yapacaklar belirlenmeli. Dokuz sütundan dokuz temsilci. Krallık merkezinden en az beş kişi. Bunu yazdıracağım. Bunu isteyeceğim. Bundan nefret edeceğim. Ve bunun sonuçlarını görüp, dinleyeceğim.”
Kâğıda dökülmekte olan mürekkep noktanın gereğinden büyük olmasına sebep olmuş iken rüzgârın hareketlenmesi ile uzak köşedeki masada bir şey bırakmamak gerekecekti.
“İşte yine o melek! Olabilir mi? Teslim olduğumu mu düşünüyor bunlar? Talanta sevdiğinin peşinden git. Benim ve krallığımdakiler için yapabileceğin en iyi şey bu olacaktır.”
Balkondan önce bir ses gelmez, rüzgâr hafiflerken:
“En doğru karar majeste, savaş meydanları ve resmi elçilerin kısıtlı gördükleri dışında size bir şeyler…”
Sözünü kesen Aiunu “Bir şeyler sunacaklar mı dersin Talanta?”
Ses biraz daha yakından gelmektedir. Tüllerde siyah siluetini görebiliyordu kral şimdi. Devam etti melek: “Her bir sanat eseri, bir ortak tanrı, görecekleri bir ayrıntı ya da dinledikleri müziği anlatacaklar, size.”
“Ve ben onları yok etmeliyim.”
“Niye?”
“Yeterince konuştuk, bu heyeti barış için göndermiyorum. Sadece…”
“Evet, kral sadece, onları yok etmeden önce tanımak istiyor, geleceğe notlar bırakmak amacını güdüyorsun.”
Kral bu kez bağırarak: “Hey Talanta biz onlardan istemeyi çoktan bıraktık, kendileri sundular.”
“Aiunuvoronda bu son görüşmemiz olmayacak. Bu gecelik sözlerimi tükettim.”
Talanta, yine hızlanan rüzgâr ile siluetini tüllerden uzaklaştıracaktı, görünürden kaybolacaktı.
XII. Bölüm Sonu
---------------------------------------------------
-Bölüm XIII-
Doğunun Ülkesi
“Sevgili kardeşim Anduunie, Günbatımı Ülkesi Kralı, kalbinde acıma duyguları, kim bilir belki de korkuyu barındırıyor olmayasın? Eskiden beri böyleydin, hep Nertetulwe’ye biraz daha yakın, öncesini bildiğin her şeye biraz daha yakın. Hiç sevmediğimi yaşatabilecek olan senin bu duyguların.”
“Ve şimdi krallığının kapılarını onlara açıyorsun kardeşim, sanki onların bir önemi varmış gibi. Sanki tanrılardan bunu isteyenler varmış, bin yıllardır yaşayanlar kulağına bunu fısıldamış gibi. Beni affet kardeşim, benim sana duyduğum sevgi hiç bitmeyecek olsa da yaptığının yanlış olduğunu söylemek görevim. Nertetulwe ile ilgini sınırlı tutmalısın, bahar geldiğinde hazırlıklı olmalısın çünkü onlar hazır olacaklar. “
“Roona, Doğunun Ülkesi Hanımı Quendelie”
Aralarındaki ülkeleri aşan mesajlardan biri daha, ağırlığına rağmen ulaklarca taşınacak ve elf diyarlarını yönetenler tarafından okunacaktı. Tüm bu sözlerin kaleme alındığı Doğunun Ülkesi Roona’da yaşam hiç kolay olmamıştı ki duygular hep ağır yüklerdi. Ülkeyi yöneten elf hanımı asla Nertetulwe’den ne bir elçi kabul ederdi, ne de kendisi orada bulundururdu. Savaşlar yaşamı gibi görünürdü. Oysa ilgilendiği onca şey vardı. Heyhat bu ilgiler, onun Nertetulwe nefretini hafifletecek gibi değildi. O sabah ziyaret edeceği tapınaklar olacaktı.
İnsanların dünyasından gelen bir yeni merak etrafı saracaktı ki bu da tapınaklarına bağışlar yapıp savaşlarında yanlarında olmalarını ummak olacaktı. Bu tapınaklardan en nüfuz sahibi olan, elbette Doğu’nun Güneş ile özdeşleştirdiği Gün Işığı Tanrısı için yapılmış olanı idi. Burada yaşardı baba ve kızı, tapınağın kalbinde… El yazmalarını onlar gibi işlemeler gibi yazan görülmemişti ki büyüleri kadim zamanların büyülerinden gelmekteydi. Bilge oldukları için onlara İsqua ve Noola denirdi ve pek çok öğrenci yetiştirmişler ünleri Batı Krallığına kadar yayılmıştı.
İsqua gün doğumunu başkentteki tapınaklarında karşılayan rahiplere, her zaman imrenerek bakardı. Yine öyle olacaktı.
Resim: browse.deviantart.com/#/d4a0hyt by telthona.deviantart.com/
-----------------------------------------------------------
Tapınak kat kat teraslar, pek çok kubbe, salon ve avlulardan oluşur, inanılmaz büyüklükteki üç ağaca sırtını dayardı. Kat kat avluların en aşağısında olan toprak seviyesindekinde, altın yaprakları gün ışığına hasret onlarca laurea adı verilen kadim, kutsal ağaçlar bulunurdu. Yeşilin hala canlılığını koruduğu geniş yapraklı, kısa, sonbaharın etkisinden uzak laiqua ağaçları ve sonbaharın bin bir rengindeki onlarca değişik ağaç bir koro halinde, rüzgâr ile sanki doğacak güne serenat yapmaktaydı.
Rahipler, bir müzik tutturmaya son dakikalar ile başlayacaklardı ki bu müzikle şarkı söyleyen ağaçların seslerini duyabilen sadece onlar olurdu. Flüt ve harp, mandolin sesine karışır dondurucu soğuk gibi tüm benliğinizi sarardı. İşte İsqua bu anları asla kaçırmazdı, uzun gecenin ardından çalışmasını tamamladığında bu töreni izler ve yeni günü kızının ellerine teslim etmeden önce bunu yapmak için gerekli yarım saati harcardı.
Bazen Noola, gecenin son saatinde gelip babasına yazılar hakkında sorular sorardı. Hala birbirlerinden öğrenecekleri onca şey vardı. Gün bitiminde tapınaktaki çalışma salonuna bazen erken gelen bu sefer İsqua olurdu ve elbette kızı ile yine yazıtlar hakkında tartışırlardı. Şehirlerinde saygı duyulan bu ikili tapınağa biraz uzak sayılan mütevazı fletlerinde fazla zaman geçirmezlerdi. Defalarca tapınağa taşınmak konusunu tartışsalar da sonuçta hep bu fleti seçmektedirler. Yine gece bitmeden bir saat önce gelen Noola ile rahipleri izlediler. Ancak o gün doğumunda tapınakta garip bir şey oluyordu, bunu hatırlamakta gecikmeyecekti İsqua:
“Noola bugün, evet doğru ya bugün Hanımımız gelecekti.”
Omuz silken bir tavırla cevap verecekti kızı:
“Her günden bir farkı olamaz ya? Bizim için önemli olan…”
“Önemli olan yaptığımız iş ve bunu harika götürüyorsun kızım, seninle gurur duyuyorum. Şurası da var ki hanımın bizden isteyeceği bir şey var. Bana haberi ulaşmıştı, sana söylemekte acele etmemiştim.” diyerek bakışlarını avluya bakan pencereden ayırıp yanı başında sıra halindeki masalardan birine yaslanmış kızına gülümseyerek bakacaktı. Genç yaşına rağmen bilgelerin arasına giren elli yıllık gözbebeği kızına… Ve sözlerine devam etti İsqua:
“Gün Işığı Tanrısı Kimdir. Bu kitabı duymamış olamazsın öyle değil mi?”
“Bir efsane olan asıl kopyası nerede olduğu bilinmeyen kitap, yüzlerce kitabımız onu kaynak gösterir.”
“Evet, işte kızım bu kitabın şu anda tapınağımızda olduğunu söylesem.” Son sözleri söylerken sesini iyice alçaltmıştır, gerçi salonda ikisi dışında kimse yoktur ama tedbirli davranmak gereken bir bilgidir bu. Noola bu sefer gerçekten etkilenmiş olacaktır ki:
“Kadim zamana ait kopya mı?”
“Bu krallıktan bile kadim. İşte Hanım onun için rahiplerle konuşuyor, kitabı yeni teslim etmiş olmalı ve bizden kopyasını çıkartmamızı isteyecekler büyük bir ihtimalle.” derken tekrar pencereden aşağıya bakacaktı, kızının yüzündeki gülümsemeyi kaçırmadan elbette.
“Bu kadar önemli bir şeyi şimdiye kadar… Neyse sonuçta bir kitap işte, göreceğiz.”
Kahkahalar atarak gülerler.
----------------------------------------------
Şimdi o avluda olup bitenler, Doğunun Ülkesi Roona’nın nasıl bir güne uyanacağını özetler gibiydi. Kendi içinde tüm güzellikleri barındırmak isterken, tüm dünyadan ayrı kalmayı seçmiş Hanımı ile bunu yaşayan Doğunun ülkesi. Bilgeleri, rahipleri veya savaşçıları, kim olursa olsun yaşadıklarının Doğunun Ülkesi değil dünyaları; Karanlığın Kızı Morwen olduğunu iyi biliyor olmalıydı. Hanımları onlar için ne kadar güzel bir ülke kurmayı düşlese de sonuçta savaşlar devam ediyordu. Dünyalarına Morwen adını ilk verenlerden biri de Hanımları olabilir miydi?
İşte o avludaki birkaç asırlık yaşamı tamamlamış genç rahiplerden biri günü bunları düşünerek karşılayacaktı. Tüm bilgelerden ve diğerlerinden dinlediklerini tartmaya çalışırken, hep aynı yerde takılıyordu. Tanrılar neden bu savaşlar ile eğleniyordu. Ve beynini kemiren bu soruya daha fazla dur diyemeyecekti Kyerme:
“Hanımım Gün Işığı Tanrısından bir istekte bulunsanız ne isterdiniz?” diye sorma cesaretini gösteren tek rahip olacaktı. Herkes bir uğultu ile şaşkınlığını gizleyemeyecekti ki başrahibin konuşmasına fırsat vermeden hanımları Quendelie cevap verecektir:
“Bizim için adını koyduğumuz Morwen’in adını değiştirmemiz için bir fırsat isterdim.” derken kendinden emin Quendelie’nin sesinde tek bir titreme yoktur.
“Sanırım Nertetulwe ile ilgili konuşacaksınız.” derken rahibin küçümseyici tonu başrahibin dikkatinden kaçmayacaktı:
“Yapılması gerekenler yapılacak Kyerme, şimdi müziğe katıl.”
Quendelie istemediği bir dünya ile karşı karşıyaydı ancak bunu değiştirmenin yolunu bilemiyordu. Belki Gün ışığı Tanrısı ile ilgili kadim kitapta henüz kadim lisanlardan çevrilememiş bölümler onlara yol gösterirdi:
“Gün Işığı Tanrısı’nın anlatıldığı kitapta bir şeyler bulmak dileğimdir, o zamana kadar doğru bildiğimiz savaşımızda bize düşmanlık edenlere karşı koyacağız” dediğinde Kyerme kendini zor tutar, ancak sadece basit bir cümle söyler:
“Size güvenenleri yarı yolda bırakmayın hanımım, gerektiğinde kalbinizi dinlemeyi umun.”
Başrahip bu kez kızgın hanıma bile yüksek bir tonda cevap vermemesini isteyerek:
“Şimdi herkes müziğe, altın ağaçlara, yeşil olanlara ve bin bir renkte olan ağaçlara katılsın.”
Herkes bu sözler ile müziğe katılacaktı. Her şey unutulacaktı. Hepsi müzik olacaktı. Kyerme en hüzünlü olan notaları mandolini ile çalarken, bir diğeri en emin olduklarını, gün doğumu için flütü ile bir diğeri harpı ile ve pek çoğu sesi ile… İşte ağaçlar konuşurken karanlık dünyalarının güneşine böyle merhaba diyeceklerdi.
------------------------------------
Ve gün doğumunun şarkıları söylenirken elf yurdunda olmak. Bundan başka bir yaşam olamayacağını hayal edememek… Bu o kadar mümkündü ki, fletlerinde, dev salonlarında, nehirlerinde, ormanlarında yaşanması gereken sadece bu Doğu ülkesi idi.
Size verilen tüm yılların getirdiği hüzün, size verilen tüm güzelliklerle beraber yaşarken bu doğu ülkesinde başka türlü nasıl düşünürdünüz? Ülkenizi sizden almayı uman düşmanlarınıza nasıl karşı çıkmanız gerektiğini anlatan bir demirci çalışmaz mıydı tüm gün boyunca.
Demircinin dövdüğünün ne olduğunu merak etmeyecek kadar, ruhunuz elflerin savaşlarından kopuk olabilir miydi? Tek sorumlu hanımınız olamazdı ki! Şimdi gün doğumunda Doğunun Ülkesi’nde çocuklar müziğe katılacak, hüzün ve sevginin birbirine bağını taşıyacaklar. Belki de bilemediğiniz her karanlık savaşı için Morwen’e kızgınlığınız bundan olacak.
“Neden ?“ demeden günü geçmeyecek rahibin. Kyerme tüm bilgeler ile konuşacak. Ama yine de tek cevap bulamayacak. Belki de hüzün ve sevginin müziğini anlamaya çalışmayan, diğer ülkelerdedir suç olamaz mı demek aklına geldiğinde yine “Neden onlara anlatamadık?” demekten kendini alamayacak.
Düşünmeyi sürdürecek mandolinin notalarında:
“Sanırım bu elimizde değil, gerekenler yapılacak, tanrılara kızmak da çare değil, sadece içimdeki hüznü bir Nertetulwe’li anlayabilse.”
Tüm rahipler ve bilgeler işlerine dönerken Kyerme’yi geride bırakacaklar. Demirci çalışacak, çocuklar, oradan oraya koşturacak ve mandolin de sonunda susacak.
-------------------------------------------------
“Bana fısıldar mısın?” diye sorular soracak başrahip en yakınındaki altın yapraklı avlunun en kadim laurea ağacına. “Ülkemizin talihi ne olacak?”
Ağaç sanki uykusundan yeni uyanmış gibi derinden gelen boğuk çatırtılar çıkartacak ve rahibe gerçekten fısıldayacak:
“Şu çocuğu dinleyin, Nertetulwe kurulduğundan beri ben de onun gibi düşünüp durdum. Bu dünya ile bağlı olan tüm elfler düşünmüş olmalı. Sen de öyle değil mi? Başrahip kendin cevapla.”
Başrahip kendi ile hep konuşmuş kadim ağaca teşekkür ederek gövdesine dokunarak avluyu Kyerme’nin mandolini susmadan önce terk etmiştir.
Hanımlarına söyleyecektir. Belki Batı Ülkesi gibi onlar da Nertetulwe’li bir heyeti kabul etmeli, birer elçi bulundurmalıdırlar. Belki Morwen adını değiştirecek bu çabalar olacaktır:
“Hanımım, belki bunu düşünmeli…”
Quendelie sonunda cevabını verir:
“Kardeşime yazdığım gibi bu olanaksız bir istektir başrahip. Şimdi bu kitabın içindekiler anlaşılmalı, sizin bunla alakadar olmanızı istiyorum. Morwen’de düşmanlarımız asla durmayacaklar onlara başka bir koz vermeyeceğim.”
Başrahip biraz korku ile açılan ağzını eliyle örtüp, tekrar nefes alıp konuşacaktır:
”Yoksa Kuzey Doğudakiler?”
“Eminim ki Nertetulwe’liler bunu biliyordur. Beni kandıramazlar. İşte kitap, gerisi size kalmış.” diyerek Gün Işığı Tanrısı Kimdir elyazmasını tapınağa teslim eden Quendelie başrahibe gerçekleri göstermenin, haklılığının anlaşılmış olmasının iç rahatlığını yaşayarak tapınaktan ayrılacaktır.
Ve gün boyunca tapınağın her köşesinde ve sonra elf şehirlerinde fısıltılar susmayacaktır:
“Kuzey Doğudakiler!”
--------------------------------------------
Ooo güzel elf yurdu, yitip gidersen adını verdiğin dünya nasıl bir yer olur ki. Niye sensiz bir dünyanın yaşanabileceğini düşünürler ki. Sen olmadan boş bir gürültü olmaz mı Morwen?
Sana hayranlık duyan ama seni sevmeyenler, sana kıymet biçmek konusunda haklı mıdır? Yok, seni tanımaz onlar, sadece kendi dünyaları ne ise o kadarını bilirler.
Ooo güzel elf yurdu Morwen adını değiştirecek elfler olacak. Sadece elf yurdu olacak bunu başaracak. Oldu ki kaybedildi yurt, bu dünyanın adı bile olmayacak.
XIII. Bölüm Sonu
------------------------------------------------------
-Bölüm XIV-
Gerektiğinde
Sanki yapacakları başka işleri yokmuş gibi seni ararlar. Şimdiye kadar konuşmak için zaman ayırmamış kim varsa, kapını aşındırıp durur. Hiç beklemediğin ve çok beklediğin herkes hiç istemediğin bir zamanda, peşine düşmüştür işte.
Paleadon donmaktan son anda kurtulmuş, perinin büyüsü ile yanmakta olan bir ateşte hayat bulmuştur. Bilmediği ne varsa hepsi bu peri ile ilgili gibi gelmektedir. Şimdi alevlerin aralarına girmesine izin vermiş periye, bakıp bakmamak konusunda bile şüphelidir. Hafifçe eğmiş olduğu bakışlarını alevlerin ardında gezindirmeye karar verir. Şekilleri seçmek kolay değildir. Gözleri onu yanıltıyor olabilirdi ama konuşanları duyunca yanılmadığına kanaat getirecektir. Peri yalnız değildir. Bir grup peri, yaklaşık yirmi küçük kanatlı, kırk üst kanadı, gözün görmekte zorlanacağı kadar hızlı çırparak yuvarlak sırada havada dizilmiş, bir şeyler tartışmaktaydılar.
“Artık zamanıdır. Bundan iyi fırsat mı olur?” Farie, etrafında toplanmış olanlara zaman zaman yaklaşarak sözüne devam edecektir:
“Benim, kadar akıllı bir peri çıkmamıştır aranızdan.”
Şimdi, hepsi hep bir ağızdan:
“Seeen, seni kendini beğenmiş.”
Farie kıkırdayarak:
”Hıhı, kiki ben bir plan yaptım bile. Ben Farie.”
Bu sefer Paleadon kulaklarını dört açmıştır. Ona doğru bakmadıklarından emindir ve bu garip duruma nasıl düştüğünü sorgulamayı bırakıp, günü yakalamak gerektiğini bilecek kadar aklı başındadır.
Şimdi, Paleadon’un duyamamaktan korktuğu bir andır. Neyse ki fısıldamaya kalkışmadan doğrudan planını anlatacaktı peri.
Resim: browse.deviantart.com/?q=fairy+and+bird#/d36oj4j by streamline69.deviantart.com/
--------------------------------------------------
Demek planı var bu küçük şarlatanın diye düşünmeden edemiyordu ve duydukları karşısında dehşete düşmeyecek birisi idi Paleadon, ölümle daha önce çok yüzleşmişti. Ama sonsuz bir hapis, olabilir miydi?
Farie söze girecekti. Ballandıra ballandıra anlatacaktı tabii ki:
“Benim gibi planlar yapanınız olmasa ne olurdu? Tamam, canım değerimi her seferinde hatırlatmanız yeterli olacaktır. Ki ki…”
Paleadon daha fazla bu sesi duymamak için her şeye razı olabilirdi, ama sonsuz bir hapis dışında.
“Seni seviyoruz Farie, sende ne fikirler vardır hep biliriz, hadi bakalım söyle bize şu insan nasıl bir planın parçası hihi.”
Hepsi birden eğlenir gibi gülüşüp, kıkırdayacaktı:
“Hıhı kiki, hihiii hii...”
Gülüşmeler biraz kesildiğinde, övgü faslı sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelse de Farie, küçük planını aklınca çaktırmadan açıklayacaktı.
“Artık taşınıyoruz. Buradan sıkıldık dimi?”
Daire şeklinde etrafına toplanmış olanlara yaklaşarak hepsinden onay alacaktı:
“Evet, sıkıldım.”
”Bıktım ben de, toplanalım mı?”
“Ben şimdi ne desem, nasıl, nereye, amaann ben de çok sıkıldım.”
Farie, gülmeye devam edecek geri geri uçarak ortalarına geçecekti yine:
“Hi hii Ki kii, ben Farie değil miyim? Söylemez miyim?”
Tüm bunlar olurken Paleadon sinirinden çıldıracak gibidir. Tüm soğukkanlı yaşayanları çileden çıkartabilirdi bu peri.
-----------------------------------------------------
Gerektiğinde veya öyle geliştiğinde küçük şeyler ile birbirine bağlanır, önemli olaylar, ölüm kalım meseleleri. Belki Farie’nin dilinden dökülecekler Morwen’in tüm kaderinde etkili olacaktır, kim bilebilir?
“Şimdi bu adam Paleadon, önemli bir Lord dünyalarında…”
Konuşurken eli ile bizimkini işaret etmektedir peri ve bunun sonucu olarak hepsi ateşin etrafından üstünden uçuşup hayret nidaları atarak, Paleadon’u tekrar incelemeye başlarlar. Paleadon gözlerini kapatmış, hala şokta olduğu izlenimi vermek için titremesini durdurmamaya özen göstermektedir.
Sonra. Sonra periler ilgilerini kaybedip yine Farie’nin bulunduğu ateşin öbür tarafına toplanacaklardır. Şimdi adım adım gitmelidirler. Soruyu patlatır bir tanesi:
“Nerelerin Lord’uymuş bu adam?”
Farie yine gülme krizi geçirir gibi sesler çıkartıp anlatmaya koyulacaktır.
“Çok geldi buralara, sonunda bir gün yanından ayrıldığımı düşündürüp göldeki taşlıkta saklandım. Suya attığım küçük çakıl taşı ile oradan ayrıldığım izlemini verdim.”
Meraklanan periler “Ooo” nidaları atıp duruyor Farie keyiflene keyiflene anlatıyordu ki Paleadon aptal yerine konulanın kendisi kadar Taş dediği kâhinin de olduğunu, ya da bilse de ses çıkartmadığı ikileminde delirmemek için kendini zor tutuyordu. En çok söylemek istediği cümlelerin başlangıcında “Demek” kelimesi yer alıyordu ama ses etmeyip, ağzından kaçırmamak için kendini zorluyordu.
---------------------------------------------------------------
“Duydum ben, çok renkli, karmakarışık bir dünyaları var, oraların Lord’uymuş bu adam.”
Bu sefer Farie bilmiş bilmiş bir dakika öylece beklemekte, hepsinin onu takdir etmeye devam etmesini ummaktadır. Paleadon bu son cümle ile başını iki yana sallamakta acı, acı gülümsemektedir.
Dakikanın sonunda biri Farie’nin kolundan tutarak:
“Gidelim bir bakalım, burada sayımız giderek azaldı, başka perilerle de tanışırız, bizi göllerine kabul ederler belki.”
“Gidelim Farie!”
“Gidelim.”
Farie bu sefer dilindeki baklayı çıkartacaktır elbette:
“Druid diye biri var, bizi izledi Paleadon’u alıkoyduğumu biliyorlar. Çıkışımız için yol bulmaları gerektiğini biliyorlar. Beni izlerken benim de onları dinlediğimden habersizdiler. Ki kii hihi hıhı kikiki”
Şimdi perilerin etrafa saçtıkları ışıklar, renk cümbüşü yaratacak kadar canlıdır. Belli ki hepsi heyecanlanmıştır:
“Ne yapacağız Farie, geçitten geçmemize imkân yok. Kanatlarımı kaybetmek istemiyorum ben.”
“Ben de.”
“Kiki ki hı hı ben de.”
“Öyleyse, büyü için kelimelere ihtiyaç var dimi?” diyen hepsinden gür bir ses çıkartan birinin sesidir. Neye uğradıklarını şaşıran periler donup kalmış, Farie adeta saklanacak yer arayan çocuk gibi bir ikisinin arkasından korkarak, Paleadon’un alevlerin ardındaki korkutucu heybetli siluetine bakmaktadır.
“Az kalsın ölüyordum, Farie ve burada belki sizle hapis oldum. Adamlarıma güvendiğim için o büyülü sözlerin size ulaşacağına da güveniyorum. Gerektiğinde, tüm dünyamı arayıp bulacaklardır.”
Farie bu sefer biraz cesaretlenmiş, anlaşma yapar gibi bir tonda:
“Gerekecek.”
-----------------------------------------------
Gerektiğinde konukları karşılamak için, başka biri olur yerinizde. O başka biri canınızdan çok sevdiğiniz ise şanslısınız.
Gerektiğinde sizin için uçsuz bucaksız dünyada, bilinmeyen yazıtları arayacak adamlarınız olup olmadığını bilmeniz mümkün müdür? Sizi sonuna kadar gözden çıkartmayanlar olabilir mi?
Her gün yitip giden onca adama siz de katılsanız, birilerinin umurunda olmanız için bir şeyler yapmış olmalıydınız. Yeterince değerli olduğunuz konusunda onları ikna etmiş, gönül kazanmış olmalıydınız. Ve zamanı geldiğinde savaş meydanında adamlarının arasında düşerken, aklınızdaki barış şarkısını diğer lordlara söylemiş olmanın gerekliliğini yerine getirmiş olmalıydınız.
Paleadon’un bunu yapacağını konukları zaten biliyordu, kral da biliyordu ve yine de konuklar sonunda onun topraklarına ulaşırken karşılarında oğlu Arcanian’dan başkasını bulamayacaklardı.
XIV. Bölüm Sonu
--------------------------------------------
-Bölüm XV-
Konuşulanlar
Sonunda toplandılar, bu dünyanın görüp göreceği en umutsuz umuttular. Sonunda toplandılar, konuk oldukları toprakların sahibi olmadan toplandılar. Öylesine kolay oldu ki kaybolması umudun, kimse farkına varamadı varlığının.
İlk ulaşan Thundorin, eşi Anvilin ve oğulları oldu sınır kasabalarına. Hepsi yol boyunca sevgi gösterileri ile karşılandı. Paleadon topraklarının Kuzeydoğu’sundan gelen cüce konuklar hep böyle karşılanmıştı zaten. Bu kez de farklı olmayacaktı ki Thundorin ve Paleadon’un dostluğu dillere destandı zaten.
En umutsuz savaşlarda beraber yaralar almışlar, ön saflarda birliklerini yönetme konusunda yarışmışlardı. Çok şey görmüşler ve çok kararlar almışlardı. İşte Thundorin, yolda haberi alacaktı:
“Bu da ne demek oluyor, Paleadon gelemeyecek mi? Şimdi ben hangi cüce tanrısına lanet okuyayım!”
Oğlu Arkentor, bu son cümleyi duymuştu ki kendini tutamadı, atını öne doğru sürmeden önce:
“Thundorin’i en çok kızdıran tanrı hangisi ise… Ha ha bu yolculuk keyifli geçecek demiştin baba yanılmamışsın.”
Thundorin şimdi burnundan soluyarak, etrafındakilere emirler yağdıracaktır:
“Tüm dünya kaybolmadan şu adamın malikanesine ulaşmamız gerek, hızlanın dedim.”
Anvilin, kaşlarını çatmış:
“Bir şekilde açıklaması vardır Paleadon’un yokluğunun Thundorin, O senin dostun ise bizim de öyle.”
Thundorin, diğerlerine yükselttiği sesini bu sefer kontrol ederek:
“Ama sevgili eşim, bu nasıl bir komplo?”
Resim: browse.deviantart.com/?q=messenger+and+king#/d38sk4b by lamlok.deviantart.com/
---------------------------------------------------
Kuzeydeki geçitlerden giriş yapan gruba da aynı haberi taşıyan ulaklar, sürpriz yapacaktı. Airimokala duyduğu ile sinirinden çılgına dönmüştü:
“Demek bu topraklarda bir düzen sağlanamamış hala. Ya da bize bundan söz edecek kimse yok, düzenden haberi olan var mı? Tanrıların fısıldadıklarından. Paleadon’un ne düşündüğünü söylemek için bizi çağırması zaten yeterince komikti!”
Ulak bu kadar ileri gidilmesinden rahatsız olmuş ve konuşmadan edememişti:
“Efendimizin oğlu genç Arcanian sizleri konuk edecek saygıdeğer rahip.”
Airimokala gözlerini kısarak mola verdikleri yerden ayrılıp at arabasına yönelecekti:
“Bunca yolu teptik, bakalım daha neler duyacağız. Belki en iyisi geri dönmek!”
Bu sefer konuşulacaklar olduğunu iyi bilen kadın rahip en yumuşak tonda ulağa:
“Ben İstyar, rahip Airimokala ne kadar haklı olsa da bu karmaşanın çözülmesi için görüşmeye gitmek isterim.”
Ulak, biraz tedirgin bir sesle arabaya binmekte olan Airimokala’ya göz ucuyla bakarak:
“O zaman…”
Airimokala sinir krizi geçiren birinin ses tonu ile ki bu genelde kullandığı tondu:
“O zaman acele edelim de genç efendinize yetişelim.”
Ulak İstyar’ın şefkatli yüzüne bakarak yanlış bir cevap vermemesi gerektiğini anlayacaktı:
“Size eşlik edelim efendim.”
---------------------------------------
Kuzeybatı dağlarının soğuk dünyasının son uzantıları olan sınır bölgesinden, giriş yapanlar ise ejderha efendileri idi. Sınırda coşku ile karşılanmışlardı. Bu bölgenin halkından, dağlara zaman zaman yolculuk yapanlar ejderha efendilerini tanırdı:
“Bak kızım bu Fenume, kendisi şu an yaşayan en kudretli ejderha efendisidir.”
“Fenume ejderhalarla mı konuşuyor, sen hiç ejderha gördün mü baba?”
Adam, bir yandan gelenleri yolun kenarında izlerken cevaplar:
“O şimdiye kadar gördüğüm en korkunç şeydi. Büyük bir zafer geçitinde idi Fenume, tıpkı dün gibi Urulooke ile yürümüşlerdi aramızda, dağların en bilinmez zirvelerinde yaşayan ejderha ile…”
Çocuk bu sefer biraz korkmuş bir tonda:
“Onlar iyi kalpli mi?”
Adam birkaç saniye susarak:
“Bize karşı hep iyiler kızım.”
Fenume, görkemli ejderha başlığını sadece zafer yürüyüşlerinde ve kendi bölgesi dışına gittiğinde giyerdi. Bu onun kim olduğunu anlatır gibiydi. Görkemli bir geçmişin son temsilcilerinden bir ejderha efendisi… Onlara da haber ulaşmakta gecikmeyecekti. Tüm kafile, etraftakilerin şaşkın bakışları ve sessizliklerinde ulağın sesi ile rahatsız bir bekleyişe geçecekti.
Fenume atını durdurduğunda kardeşleri ve arabaların hepsi sessizliğe gömülecekti. Ulağın söylediklerine karanlık ve acının hakim olduğu yüz ifadesi ile cevap verecekti Fenume:
“Demek ki Nertetulwe için hep böyle olacak, bilinmeyen bir gelecek.”
Ulak: “Size eşlik edelim.”
Fenume ilerlemeye başlayacak:
“Elbette.”
---------------------------------------------------------------
Kralın habercileri hepsinden önce ulaşmıştı malikaneye. Paleadon’un kurtarılması için, Kütüphane’nin istediği kitapları nasıl bulacaklarını tartışan genç efendi Arcanian, Aryante ve Silmolin’in imdadına yetişmişti adeta bu haberciler.
“Lord Paleadon’dan kralın istekleridir. Kendisi neden bizi karşılamaz.” İki kişiden önde duranının Arcanian’a hitap sesi üstten ve küçümseyicidir.
Arcanian yanıtlarken, tüm gücünü kullanıp büyük bir yükü üstlenen birinin sesine sahip olduğunu göstermiştir:
“Kralın habercisine açıklayabilirim. Lord Paleadon kayıptır, onun yokluğunda toprakların yönetimi, kralın da izniyle, lordun varisi ben Arcanian’a aittir. Şimdi seçim yapın, elinizdeki mektubu ve aklınızdakileri bana teslim edin ya da uzun bir bekleyiş ile Paleadon’un gelmesini umun.”
Haberci tecrübeli bir diplomat gibi bu denilenlerin gerçekle ilgili olduğunu anlamıştır:
“O zaman, Paleadon oğlu Arcanian en kısa zamanda kralı ziyaret etmelisiniz. Ve bu mektubu gizlilik derecesi bir alt seviyede olduğu için size teslim edebilirim.”
Parmaklarını şaklatır gibi yaparak ardındakine işaret edecektir adam. Arkadaki adımlarını Arcanian’a doğru atarken Aryante şüphe ile ikisinin arasına girecektir:
“Bu kadar yeter, mektubu ben ona vereceğim.”
Bu gerginliği bitiren yine tecrübeli olan haberci olacaktır:
“Tamam, Emir subayına teslim et.”
Diğer haberci küçümseyici bir gülümseme ile mektubu Aryante’ye verecektir. Tüm bu curcuna bittiğinde mektup, Aryante’nin elinden Arcanian’ın eline geçecektir. Mühür açılıp içindekiler okunurken haberci konuşacaktır: “Burada yapılacak toplantı sonuçlarını da krala bildirmekle görevliyim. Mektupta belirtilen, elflerin Günbatımı Ülkesine göndereceğiniz kişiye de eşlik edecek olan bizleriz.
Mektupta kralın kış için Günbatımı ülkesine, dokuz sütundan birer kişi ve kral bölgesinden en az beş kişinin gideceğini, bunun diplomatik bir görev olduğu anlatılmaktaydı. Onlardan da istedikleri bir kişi seçmeleri idi…
Arcanian’ bu altın bir fırsat gibi görünmüştü. Yapmaya çalıştıkları planlar için bir çıkış yolu idi bu. Fazla düşünmesi gerekmeyecekti. Habercileri dinlenmeleri için göndermeden önce bu durumu hemen netleştirmeyi seçecekti:
“Lord Paleadon’un en güvendiği subayı Aryante gidecek kişidir. Krallık sınırları boyunca yanında muhafız birliğimiz ve Silmolin de hazır bulunacaktır.”
Haberci küstahlığını sürdürerek:
“Genç Efendi kararlarını çabuk alıyor.”
Arcanian olgunlukla cevap verirken görüşmenin sonuna geldikleri imasında bulunarak:
”Bu hepimizin şimdiye kadar yapması gerekendir.”
-----------------------------------
Toplantı başlamak üzereydi, gün ilerlemiş akşama kavuşmaktaydı. Gelenler ahırlarda ve avlularda iken, halk sevgi gösterileri yaparken, Arcanian en ağır yükleri omuzlarında taşırken plan yapmalıydı.
Aryante görevlendirilenin kendisi olduğuna pek şaşırmamıştı. Arcanian ile Paleadon’un çalışma odalarından birinde Silmolin yanlarında değil iken bunu konuşma fırsatları olacaktı.
“Kitaplar getirilecek en kısa sürede Aryante bunun için elinden geleni yapmalısın. Biliyorum bu çok zor olacak. Ama Silmolin seninle olacak, gerekirse elf yurdunda bile.”
Arcanian, Aryante’nin söyleyeceklerini merakla beklerken bu cümleleri kurabilmişti.
“Bu ölümle sonlanabilecek görevi kabul ediyorum lordum. Paleadon’un yüzüstü kalmasına asla izin vermem.”
Sadece düşünceli görünüyordu kadın, Arcanian anlamakta gecikmedi:
“Bir plana ihtiyacın var.”
“Evet ve bunun için elf yurduna varmalıyım.”
“Zaman alacak belli ki, bu ülkeyi yönetmeliyim. Babamın en güvendiği Thundorin idi. Ona bahsedeceğim.”
Aryante biraz endişeli:
“Yani Paleadon için kendilerini tehlikeye atarlar mı?”
Arcanian emin:
“Bilmiyorum ama en azından sözlerimizi açık etmeyecekler zamanında babam söylemişti, cüce efendisi ile böyle bir durum için sözleşmişlerdi. Biz demek onlar demek Aryante bunu biliyorum.”
Arcanian’ın yüzündeki mimiklerden bu sözlerin doğru olduğu gün gibi açıktı.
Ve konuklar toplantı salonuna alındığında konuşulacaklar olacaktı.
XV. Bölüm Sonu
--------------------------------------
-Bölüm XVI-
Aşk Tanrıçası Melesse’nin Sevdiği
Günbatımı Ülkesi’nin Hanımı Ninque’nin, en sevdiği kitap ile geçirmeyi planladığı bir kış gecesi başlamıştır bile. Bu kitap, kopyaları elden ele dolaşan bir eser değildi. Kim bilir Aşk Tanrıçası Melesse’nin Sevdiği isimli kalın cilt, halkın bildiği şeylerden fazlasını anlatmıyordu belki de. Ancak Ninque, bundan bölümleri, Anduunie’ye yüksek sesle okumak için yine kış gecelerini seçecekti.
“Varlığımı hissettiğim andan beri, bu sonsuzluk olmalı, birilerine ilham kaynağı olmak istedim. Çok sevilen, sevilişinde bir azalma varsa hiddetlenen, aşk dışında pek bir şeyin önemli olamayacağına çok kişiyi ikna etmiş ama sonra gerektiğinde bunun fazla ileri giden bir varsayım olduğunu düş kırıklıklarında öğrenmiş, bir tanrıçayım. Bir aşk tanrıçası, kardeşlerim veya diğer aşk tanrıçalarından belki başka öyküler dinleyeceksiniz ama bu elinizde tuttuğunuz Melesse’nin öyküsü.”
Gece yıldızları sunar iken Günbatımı ülkesinin hanımı kitabın ilk sayfasından kış okumalarına başlamıştır. Görmesi için yazılanları bir tek ışık kaynağı yeterlidir ve gereklidir; yıldızların o dondurucu ışınları. Bu yüzden tüm kış sürecektir okumak, her gece belki bir süre kendini gösterirse yıldızlar, bulutlar izin verdikçe.
İşte kral Anduunie’ye okuyordu yine, kimselerin bilmediği gençliklerinden beri orada olan bir derme çatma flette sırt üstü yatmışlar iken… Gökyüzüne açılan çatıdaki boşluktan yıldızları izlerken Anduunie, Ninque’nin o güzel sesine hayran iken her seferinde, yine o flette.
Resim: emanuellakozas.deviantart.com/art/Hellenic-Mythology-Aphrodite-Goddess-of-Love-320254062 by emanuellakozas.deviantart.com/
---------------------------------------------
Bu sefer, kitabın sayfaları arasından bakışlarını Anduunie’ye çevirerek:
“Benim düş kırıklığım sadece seni kaybedersem olacak. Tüm düşler ve yaşayan şeyler belli ki değer yitirecek.”
“Anlıyorum şu savaş, Nertetulwe ile…”
Anduunie, sözüne devam etmeden önce Ninque çoktan kitaba bakışlarını çevirmiştir bile, sayfaları karıştırır. İlerleyen sayfalardan atlayarak gidecektir, belli ki hepsini tek tek okumadan önce en sevdiklerini şöyle bir bir tekrarlayacaktır.
“Ah işte!”
“Beni dinlemiyorsun öyle değil mi Ninque?”
Sadece bir an birbirlerine bakmaya fırsatları varmış gibi hızla ona bakıp kitaba tekrar gömülür Ninque:
“Şu bulutlar her yeri sarmadan birkaç satır okumalıyım.”
“Ve ben de bunun için, aslında senin için ve kendim için buradayım.”
“İşte Talanta’yı ilk tanıdığı bölüm, önceden ona âşık olanlardan farklı biri olduğunu nasıl anlatıyor bak.”
“Savaş meydanlarından nefret ederdim, ancak sonunda anlamıştım. Acı çekenlerin bana ihtiyacı vardı. Savaşı bitip ölüme kavuşmak üzere olanların… Onların sevdiklerinin görüntüsü ile son anlarını bir anlık tebessüme döndürmek. Ne kadar yalan da olsa bunu çok yapacaktım. Ve son anlarını yaşayanlarda kimi zaman bir damla gözyaşı kana karışırken, içime akan damlaların ağırlığı beni her geçen gün daha fazla aşkı arar yapacaktı. İşte çarpışıp düşenlere, son görevlerini yapanlar arasında yalnız olmadığımı öğrendiğimde, o siyahlar içindeki meleği tanıyacaktım.“
“Savaş meydanında düşersem…”
“Sus.”
------------------------------------------------------
“Yardım isteyen, elini zar zor havaya kaldırabilen bir elf savaşçının yanına doğru yürüyecektim ki, benden daha hızlı davranıp bir göz kırpması süresinde elini tutacaktı biri. Rüzgârı hissedebilirdim ve onun bir melek olduğunu da anlamakta gecikmedim. Elini tuttuğu elfin duyabileceği en güven veren kişinin sesi ile konuşuyordu: ‘Dayanmalısın, sana yardım edecekler, şimdi gidiyorum. Senin için gelecekler.’ Elf savaşçı yanıtını vermekte zorlanarak: ‘Kralım.’ Elini ölüm için gevşettiğinde savaşçı, görüntüsünü elf kralınınki ile değiştirmiş olan melek hüznün ne olduğunu en iyi bilenlerden olduğunu gösterecek biçimde usulca savaşçının elini göğsüne yerleştirip etrafına umutsuzca bakacaktı. Siyahlar içindeki görüntüsüne tekrar büründüğünde onun kim olduğunu merak eden biri olacaktı.”
“O gün, onlarca, yüzlerce savaşçıya umut olmaya çalışacaktı ki her şey bittiğinde, bulunduğu yeri bulmam zor olmayacaktı. Bu Nertetulwe’lilerin inşa ettiği küçük, yıkık bir Yaşam Tanrısı tapınağı idi. Orada söze karışacaktım.”
Bu sefer ezberinden okuyacaktı Ninque:
“Ben Melesse, Yaşam Tanrısı ile değil de benimle dertleşir misin?”
Yanıtı gecikmeden, dün okunmuş gibi verecekti Anduunie:
“Yaşam için ne söylersin tanrıça Melesse?”
Yanıt gecikmeden Ninque’nin dilinden dökülecekti:
“Senin gibi duyguları olanların hak ettiği şey yaşam ve güzellikleridir.”
Kitaptan devam edecektir Ninque. Sadece biraz dinlenirler. Birbirlerinin gözlerinde yıldızların yansımalarına bakmayı şimdilik tercih edip, sessizce geceyi dinlerler.
----------------------------------------------
“Ona sonunda gerçeği söyleyecektim: ’Tüm duyguları şimdiye kadar hissettiğimi sanırdım. Bir düşmüş meleğin savaş meydanlarında, savaş anlarında değil de tıpkı benim gibi geriye kalanların acılarını anlamış olması. İşte bu, şimdiye kadar hissetmediğim bir duygu, sanırım hayranlık duyguları böyle bir şey Talanta.’”
“Ve tabii ki O da bu sözlerimi boşa çıkarmayacaktı: ‘Siz gözümdeki en sevgi dolu tanrısınız Melesse ve ben bu ismi her söylediğimde, isminizdeki sevgiyi, hayır içimdeki aşkı düşünmeden edemiyorum.’ Sözleri hayal edebileceğim en güzel sözler olmalıydı. ”
Kitaptan bir kısım daha karıştırmıştır Ninque. Tekrar gözlere dönerler birbirlerine hayran iki elf. Günbatımı ülkesinde kimselerin onların kral ve kraliçe olduğunu bilmediği şu terk edilmiş flette, tıpkı Melesse ve Talanta gibi hayal edebilecekleri en güzel sözleri bakışları ile anlatırlar birbirlerine.
Sonra bir baykuşun gece sessizliğini haber vermesi ile kitabı kapatır Ninque.
--------------------------------------------
Kitap yanı başlarındaki sehpaya bırakılır. Sadece kendilerinin ve tanrıların duyabileceği sözlerini söylerler. Hepsi ama hepsinin, sadece tanrılarca duyulduğuna şüpheleri yoktur. Ve belki Melesse tarafından da…
Sözler kendini aşka teslim eder, o flet onların Morwen’deki tek evidir aslında ve onların birbirlerine sarılması gibi onlara sarılmıştır flet, gece ve tanrılar.
Sözlerin tanrıların kulaklarına uçup sonra unutulduğunu düşünmeden edemeyiz tabii ki. Melesse’nin bir planını bilmemektedirler oysaki. Kitaba sahip olana, bu ikilinin, kimsenin şimdiye kadar okuyamadığı ve giderek çoğalan ek sayfaları vardır… İşte tüm sevgi sözleri buraya yıldızlardan alınan ışıklar ve tanrıların eli ile yazılıp durmaktadır.
Bu kitaba sahiptiler ancak bunun ne kadar süreceği belirsizdi. Belki yurtları da ellerinden gidecekti. Belki o flet bir gün alevlerin içinde kalacak, heyhat belki biri yaşayıp diğeri… Aşk tanrıçası Melesse bundan da bahsetmiş olabilir mi? Eldekilerin değerini bildiği belli.
Birkaç bulut geçer, baykuş yeniden seslenir ve gece ilerleyecektir. Tanrılar ne bir ses eder ne bir sır verir, belli ki yaşam böylesine özel, böylesine değerlidir. Melesse’nin sevdiği biraz da belki bu ikilide gizlidir.
XVI. Bölüm Sonu
-Bölüm I-
Bir Kölenin Yalnızlığı
Evin, toprağın ve asaletin sahibi, inanılmaz bir lütufta bulunmuştu. Kendisine şiirleri okuması ve hatta şarkılar yazması için kölesine kütüphanesinden kitaplar seçmesine izin vermişti. Bu, sanki azat edilmek gibi görülebilirdi ancak hala aynı dünyanın bağları, prangaları içten içe devam etmekteydi.
Kütüphane malikânenin Güneye bakan, kanadında yer alıyordu. Sıcak bir kış geçirmek isteyen biri için şöminesi hep yanardı. Yerlerde halılar, okuma koltukları ve geniş pencereleri ile dışarıdaki dünyanın zorluklarını unutturmaya çalışan bir yerdi. Işık her zaman içinde bulunduğunuz ruh hali ile uyumlu gibiydi. Ve bu evde, en hâkim olan ruh hali hüzünlü bir sonbaharda, yurdundan çok uzaklarda yaşayanlarınki idi.
Kölenin adı Silmolin idi. Anlamı ayın müziği idi. Bu; erkek çocuğa daha onlu yaşlarında, bu eve geldiğinde konulmuş bir addı. Öncesinde adının ne olduğu sır gibi saklıydı. Çocukluğundan beri bu malikâne’de yaşamış ve şimdi bir elf için yetişkinlik yaşı olan 50. yaşına girecek olan Silmolin, artık bir ödülü hak ediyordu evin efendisinin gözünde. Yıllar bu malikânede önemini yitirse de bu köle için bu yıl önemli idi. Şimdiye kadar azat edilen kimseyi görmemişti elf ancak şimdiye kadar kütüphaneye tek başına girmesine müsaade edilen kimsenin olmadığı da biliniyordu.
El yazması ciltlere ilk dokunduğunda içinde bir duygu… Tam bir yalnızlık hissi kitapların sayfalarını aşıp ciltlere yansımıştı. İnsanların dünyasında bir elf, yalnız bu düşman topraklarda kurtarıcısız. Peki, efendisi ondan farklı mıydı ki. Kitaplar onunla konuşur iken efendilerini anlatır mıydı?
*Kaynak: İsimler için kullanılan sözlüğün adresi- www.ohtar.com/fantasy/dictionary.htm
Resim: daydreamer-art.deviantart.com/art/Sun-and-Moon-164750967?moodonly=1 by starwoodarts.deviantart.com/
---------------------------------------------------
Akşam vakti geliyor, okunacakları seçmeli. Okunacakları seçmeli ki sonbahar ile kışın buluşmasına layık bir hüzünde kitabın tadını çıkartmalı. Heyhat ağlayan kitaplar değildi, anlamak zor değildi: Malikânenin tüm duvarlarına bu sinmişti. Ağlayanlar bu soğuk dünyaya bağlı olanlardı. Kitapların yalnızlığında seçtiği, uzun yıllardır gözü takılanlardan biri olacaktı; ”Bir Hatıra: Elwin ve Shaera”.
Saatler geçtikçe kitabın içinde kaybolan Silmolin, “Acaba? Acaba Elwin nasıl oldu da bu şiiri yazdı, nasıl oldu da şarkısını Shaera söyledi ki son mısraları nasıl birlikte Dünya’ya fısıldadılar. Asla bilemeyeceğim sanırım.” İşte, kendi kendine şiiri tekrarladı bir gün özgür kalırsa asla bu şiiri unutmayacaktı. O zor yaşamın içinde tutunduğu kitabın kahramanlarının birlikte söylediği şarkıyı mutlaka birçok kez mırıldanacaktı.
Malikânede, şimdi Silmolin’in dilinden Ay ile Güneş’in Buluşması’nın hikâyesi yankılanıyordu. Herkes bir dakikalığına da olsa onu dinleyecekti ve hayat yine de devam edecekti.
Ay ile Güneşin Buluşması
Bütün oyunların en güzeli
Bugün için çok beklettin
Gökyüzüne bakmamı isteyen
Çok beklettin
Geceyi temsil eden Ay
Sevdiğim yüzünü gösterip
Aranorn’da hayat olacağını
Onun elf olacağını söylemek için
Çok beklettin
Kaybettiğimiz her dost için
Gecenin gündüze karışacağı ana kadar
Dost demekten çekinmeyeceğim Ay
Elf dostu olduğunu bilmez miyim?
Ama yine de bizleri
Çok beklettin
İşte zamanıdır, söylemek istediklerin için
O güzel oyunu oynamadan önce
Elf demek için, dost demek için
Kampımızın üstünde ormanın açıklığında
Gülümseyen Ay, sevgiyi
Bin kere daha söylemeyi
Çok beklettin
İşte Gün geliyor,
Soğuğu iliklerimizde hissedebiliyoruz
Bizi sevdiğini söyleyen biri daha var
Kıskanman için, elf demen için
Güneş ile buluştuğun anda
O sözü fısıldayacaktın
“Aranorn, artık elf diyarı”
Emindik dostluğundan, ne iyi oldu bizi beklettin.
------------------------------------------------------
Ve Silmolin’in sesinde, bir anlığına özgürdüler: Efendiler ve köleler. Büyülü müzikte, her biri Elwin ve Shaera idi, sadece o anlık. Sonrasındaki sessizlik ise en korkunç olandı yapayalnız bir dünya, tüm ev halkı için, tüm kitaplar için. Bir kölenin yalnızlığını unutturduğu için kızmalı mıydılar? Onlara birkaç dakikalığına Ay ile Güneşin Buluşması’nı söyleyen sese sadece hayrandılar, sevmeleri beklenmese de hayrandılar.
Son notalar ile derinlerden gelen, ana giriş kapısındaki seslerdi. Lord Paleadon’un gür sesi seçilebiliyordu. Etrafındakilere emirlerini veriyordu ve konukları için hazırlıkların başlamasını baş kâhyadan istiyordu. Ailenin fertleri olan kızı ve oğluna sarıldığında ise kısa süre de olsa huzurlu bir sessizlik sağlanıyordu. Çocuklardan Elistra on yaşında abisi ise on üç yaşında idi.
“Gel buraya Arcanian, gel ki bir sarılayım evladıma” diyen Lord Paleadon’un en insani olduğu anlar bunlardı. Arcanian oldukça güçlü tıpkı babası gibi ilerde savaş lordu olmaya ant içmiş bir yeni yetme idi. Sarılırken heyecan ile kendini tutamadan soracaktı:
“Yaran yoktur umarım saygıdeğer Lordum?”
Paleadon kahkahayı basacaktı, savaş yaraları ile sertleşmiş yüzünde bu kahkaha biraz olsun insan olduğunu anımsatacak bir ifade verecekti:
“Yara almadan bir savaştan çıkamazsın evlat!” sarılırlarken arkalarında onları bekleyen sapsarı kısa saçları, gri bilyeler gibi gözleri ile dünyanın en sevimli çocuklarından biri olan Elistra nerede ise ağlayacak gibi bir halde idi. Paleadon bunu fark etmekte gecikmedi, kendini Arcanian’dan ayırabildiğinde:
“Söyleyin, bu kızın gözyaşının değerini bilmeyen var mı bu evde”
Tek ses çıkmadı, taa ki Silmolin şarkıya tekrar başlayıncaya kadar. Ay ile Güneşin Buluşmasını söyleyecekti ki bu uzaklardan gelen melodi, herkesin içini titretecekti.
----------------------------------------------------------------------
Bu civardaki tek elf Silmolin idi. Şimdiye kadar hayatlarında tek elf görmeyenler onun gizemine ve hüzün dolu konuşmalarına hayran kalıyor, onunla zaman geçirmeyi istiyorlardı. Oysa onun bir köle olduğunu biliyorlardı, nasıl olmuştu, nerelerden gelmişti. Bunları bilen tek kişi, evin 20 yıldır efendisi olan Paleadon’dan başkası değildi. Paleadon, babasından emanet aldığı her şey gibi Silmolin’in hikâyesini de almıştı. Ve bu savaşçı derebeyi asla işine karışılmasını sevmediği gibi, emrindekilerin diğerleri tarafından zarar görmesini önlemekte kararlı biri olarak tanınırdı.
İşte o gece için konuklar gelmeden önce şarkıyı dinlediler, yarısında ses artık evin içinden gelmiyordu. Pencerenin yanına yöneldiler. Elf tüm dünyayı durdurmuş gibiydi. Tek bir gözyaşı akamazdı, tek kelime edilemez, ne bir kahkaha ne bir tebessüm olamazdı. Bir tek, kölenin yalnızlığını hissedebilirdiniz. Sevdikleriniz yanınızda size sarılsa bile, o şarkıyı söyler iken şu sözler dökülürdü dudaklardan:
“Beni, terk etme, gerektiği sürece yanımda ol.”
Paleadon şarkı sürerken, elleri çocuklarının omuzlarında iken tek söz etmez. Onu terk edecek sadece onlar vardır. Ve uzun yıllar beraber yaşayacaklarına emindir. Hepsi Silmolin’in görüntüsü ve sesi ile büyülenmişti. Bir kaç dakika sonra her şey yaşam için devam edecekti. Ve öyle oldu kölenin yalnızlığında, herkes yine konuşmaya başladı. Bir telaş dünyalarını tekrar sardı. Gelecek konuklar vardı, anlatılacak savaşlar ve hasret giderilecek sevilenler.
--------------------------------------------------------------
“Şimdi, daha iyi anlıyorum. Bir kez olsun elf yurdunda olmak istememin sebebini… Böylesi şarkılar duymayı kim istemezdi ki. Kendi kendine söylemek değil, biri ile… Öyle ki o biri seni seçmiş ise. ”
Silmolin’in her zaman yaptığı gibi kendi kendine konuştuğu anlardan biri diye düşünenler yanılacaktı. O sırada yaşlı meşe ile konuşuyordu. Geniş gövdesine sırtını dayamış, tüm dünyayı bildiğini düşündüğü meşeye, dert yanıyordu. Meşe konuşacak mıydı? Bu elfi dinlediği şüphe götürmezdi. Bir gün konuşacak mıydı o heybetli, kadim ağaç.
Umutsuzluk içine sürüklenmeden önce kitaba sarılacaktı elf. “Sana da okumamı istersin bilirim Meşe, senin için akşamı yaşanır kılmak…” Güneş çoktan onlardan ayrılmış iken bir kölenin yalnızlığında, kimse onları rahatsız etmeyecekti. Dünya’dan bihaber orada kalmasına izin vereceklerdi.
I.Bölüm Sonu
----------------------------------------------------------------
-Bölüm II-
Konuklara Hazırlık
Şarkı biteli dakikalar geçmişti ki Paleadon çocuklarının yanından ayrılacaktı. Onlarla hasret gidermek için daha çok zamanı olacağını düşünüyor, gece için konukları olduğunu tekrarlayıp duruyordu. Evde bir koşuşturmaca başlamıştı bile. Zamanı durduracak tek bir ses, tek bir nefes yoktu.
“Acele et şu atları hazır etsinler 1 saatlik zamanım var!” seyise Paleadon’un emirleri…
Ve cevap:
“En iyileri hazır Lordum, istediğiniz gibi siyah olan gece için.”
“Hmmm sonunda aklı başında bir adam. Çıkıyorum bir saate kadar her şeyi hazır edin.” Etrafında toplanmış kullarına sözü…
Ahırlara yürürken kendi kendine: “ Bilmeliyim, bilmeliyim…”
Emir subayına at binmeleri emri: ”Yine oraya gidiyoruz!”
Bu karanlık bir dünya idi. Dünyaları Morwen'de ona uyum sağlayanlar hayatta kalabilirdi. Öyle ki bu dünya'ya ismini koyan elfler bu ismi seçmişlerdi, Morwen: Karanlığın kızı. En küçük yolculuk bile ölümle defalarca karşılaşma ihtimali demekti. Paleadon’un kendisi de dâhil olmak üzere on kişi kendi topraklarındaki küçük yolculuğa çıkacaktı.
Atların çıkarttığı gümbürtü, malikânenin dış kapılarının açılışına karıştığında herkesin gözlerindeki korku görülebiliyordu. Herkesin aklındaki dışarıya açılan dünyalarına saldırı olup olmayacağındandı. Gece yolculuğu mu? Lordları dünyalarının en çılgın insanlarından biri olmalı idi.
Resim: browse.deviantart.com/?q=warlord&offset=120#/d18psv5 by griatch-art.deviantart.com/
-----------------------------------------------------
Atları çılgınlar gibi koşturuyorlardı. Hepsinin hafif eğimli elf yapımı kılıçları yolculuk boyunca kullanılmak üzere kınlarından çekilmiş hazır bekliyordu. Sadece Paleadon, yine elf yapımı atalarından kalma bir mızrak taşıyordu. Şimdiye kadar geçirdiği savaşlarda ün kazanmış Qualme; Acıölüm defalarca hayatını kurtarmıştı.
Daha önce söylediği gibi savaşta yara alacak kadar ön saflarda bulunurdu Paleadon ve bunu görenler ona saygı duyardı. Tıpkı emir subayı Aryante gibi. Bu dişi insana, elfçe isim takılmıştı ki bu son zamanlarda çok görülen bir şeydi. Kadim olanlara hayranlık sonsuz gibiydi. Onlarla savaşanlar olsa bile onların bu dünyadaki en gizemli ahali olduğunu düşünüyorlardı. Paleadon’un bağlı olduğu kral da bu görüşte idi.
Aryante; kılıcı ile tam Palaedon’u hedef alan gözle görülmesi zor zehirli sarmaşıklardan birini kesecekti. Ardından grubundaki herkes benzer işi yol boyunca yapacaktı. Atlar çılgınca sürülse de düşük seviyeli düşmanlar doğanın kızgınlığını yansıtırcasına saldırmaya devam edecekti. Yüzyıllardır değişim geçirmiş, atalarının toprak elementleri olduğu düşünülen, zorlu rakiplerden biri nauca toprak cüceleri de karanlıkta karşılarına çıkanlardan olacaktı. Konuşmaya zaman yoktu ve hiçbir gereklilik. Aslında grubumuz şanslı idi. Bu sadece bir keşif koluydu. 3 kişi olarak dolaşırlardı. Hiç hız kesmediler. 2 adam naucaların baltaları ile ağır yaralanacaktı. Kılıçlar kullanılırken Paleadon korkutucu bir haykırış ile:
“Dünyanın lanetli varlıkları mızrağım Qualme önünde diz çökün!”
Ve karanlığa karışan çığlıklara, haykırışlara millerce öteden kulak kabartanlar… Konuşan orman:
“Qualme”
“Qualme, duydun mu? Dönmüş…”
Yollarındakiler şimdi daha fazla çekiniyordu. Ay yarım hali ile bulutların arasından kendini göstermişti ki, bu küçük çatışmalara ara verildiği anlamına geliyordu. Ay ışığında varacakları yere daha bir güvenle ilerleyeceklerdi.
-------------------------------------------
Birkaç dakika sonra istedikleri gibi yolculuklarının amacı olanlara ulaşacaklardı. Sık çam ormanının sınırlarındaki bir mağarayı hedeflemişlerdi. Mağaranın etrafını sarıp sarmalayan bir büyü olduğu şüphe götürmezdi. Ve içeriden girişe yansıyan ışık ilkel zamanları anımsatıyordu.
Hep birlikte büyünün sınırını geçtiler. Bunu her yapışlarında “Acaba bu kez sonum geldi mi ?” diye düşünmekten kendilerini alamıyorlardı. Paleadon yaralıları taşıyanlara öncelik verdi. Ve yine o savaşçı gür sesi ile diğerlerine atlara dikkat etmelerini tembihledi.
“Eğer atları kaybederseniz, kendinize şu ormanda bir yaşam aramalısınız. Hiç biriniz benim evimde yer bulamazsınız ona göre.”
Aryante’de son olarak etrafına bakınıp öndeki gruba katıldı. 6 kişi gölgelerin kol gezdiği mağaraya girmişti.
Fısıltılar ve fısıltılar, basit olandan karmaşığa, herkese farklı gelen fısıltılar. Herkesi sorguya çeken, her gireni avucunun içine alan fısıltılar. Sadece Paleadon’a tek bir ses etmeyen fısıltılar. Öyle ki Aryante, kendi etrafında defalarca dönecekti, kılıcına davranma noktasına gelecekken bunu fark eden lordu, elini omzuna koyarak:
“Onlara bir şey söyleme.”
Işık kızıl rengine büründüğünde, mağaranın sonsuza kadar süreceğini düşünen diğer adamlar, daha bir panikleyecek:
“Lordum, doğru yoldayız öyle değil mi?”
“Yürüyün.”
Sonunda ulaştıkları Druid’in yaşadığı yerdi. Kendisine Druid diyen bu kadın, tüm druidlerin en bilgesi olduğunu mu iddia ediyordu? Yaşlı görünümünün saklayamadığı parlayan gözleri, sonsuz yaşamın sırrını bulmuş birine ait gibiydi. Gelenlere tek söz etmedi. Yaralıları onun eline teslim ettiler.
Paleadon eldivenlerini çıkartıp: “Taş ile görüşmeliyim”.
Druid, bıkkın: “Tabii o seninle konuşursa? Adaklar?”
Paleadon, Aryante’ye işaret ederek: ”İşte, iki küçük şişe toprak cücesi nauca kanı, nadir bulunur bilirsin.”
Druid bu sefer altın bulmuşçasına istekli: “Haydi o zaman git git.”
Büyünün gözlerden gizlediği bir geçit açılacaktı duvarda ve Paleadon tek başına bu geçide girip karanlıkta kaybolacaktı.
----------------------------------------------------------
Lordları aralarından ayrılır ayrılmaz, , içeriye soğuk rüzgârlar getiren geçit kapandı. Kanlarını donduran bu görüntü ve soğuk rüzgâr bu gözü pek muhafız birliğinin savaşçılarını her şeyden çok sarsmıştı. Şimdi dünya ile yalnız kalmışlardı.
Druid’in yaşadığı yer karmakarışık birkaç gözden oluşan, içinde doğadan ve doğanın dışından olan pek çok biriktirilmiş şeyi barındıran bir yerdi. Kökler, iksir dolapları, kötü kokusu büyü ile hissedilmemesi için azaltılmış doğanın ölü varlıkları. Bin bir türlü parlak taş, her biri hazine değerinde, bu mağarada idi.
Daha fazla korkmamaları için bu sefer sevecen bir ses ile muhafızların lideri olduğunu anladığı Aryante ile konuşacak, onları bir şeyler içmeye ikna edecekti Druid:
“ İşte bu iksirler içilmeli, kanamaları durduracak ve bu sırada yaralar ile ilgileneceğiz. Haydi, öyle bakıp durmayın…”
Haykırışlar, acı acı belleklerde yerini alırken. İki muhafız yaşamı tekrar içlerinde hissettiren iksirler ile derin uykuya dalacaktı. Bundan sonra günlerce sürecek doğa büyüleri, otlar ve biraz da şans dilekleri ile yaşama dönmeleri için elden gelen yapılacaktı.
“Daha önce gelmeseydiniz, onları unutun derdim. İsmini fısıltılara sordum, konuşmamışsın, şimdi söylemek ister misin?”
Aklı lordunda olan Aryante, duvarda elini dolaştırırken: “Aryante.”
“Aryante, sanırım bu dünyanın ihtiyaç duyduğu isimlerden biri; Gün getiren. Karanlıklar etrafı sarmadan senin gibilere ihtiyacımız var.”
Genç kadın cevaplar: “Benim gibiler, derken benim nasıl biri olduğumu kastediyorsun?”
Yaralı muhafızlara büyülü sözler söylemek için, bir an konuşmaya ara veren Druid sonrasında cevap verecekti.
“Umudu olan.”
---------------------------------------------------------
Paleadon, daha önce de bu geçitlere girmişti. Ama her seferinde o dondurucu soğuğu iliklerinde hissetmekten nefret ediyordu. Önünde gideceği yönü gösteren bir kılavuz vardı. Bu geçitlere ilk kez girdiğinde bu kılavuzun düşman olabileceğinden şüphelenmemiş değildi. Aslında hala ona tam güvenemiyordu. Yolu gösteren Farie adındaki elinden küçük, bir göl perisi idi.
Geçitlerin sonunda vardıkları yer büyük bir yer altı gölünün olduğu galeri idi. Peri evine kavuşmanın mutluluğunu yaşarken kısa konuşacaktı:
“İnsan lorduna hizmet etmek zevkti. Çıkışta tekrar görüşürüz.” Konuşmaların gizliliği için orayı gölün içine dalarak terk edecekti Farie.
Paleadon zoraki bir gülümseme ile onun gittiğinden emin olduktan sonra, dikitlerin arasında dolaşmaya başlayacaktı. İçerisi yarı aydınlıktı. Göle büyülü bir ışık vuruyor, bu ise tüm galeride yansımalara yol açıyordu. Paleadon söze girdi:
“Taş, benimle konuşur musun? İşte sorular ile karşındayım. Tüm Morwen’i etkilemek için değil, basit sorular için geldim.”
Önce sarkıtlardan göle düşen damlaların dışında bir ses yoktu. Biraz sabır gerekiyordu. Ve sonrasında dikitlerdeki ışık oyunları, yaşlı bir büyücüyü andıran görüntü olarak görülecekti. Sanki su sesi gibi bir ses cevap verecekti bu sefer:
“Sor Palador oğlu Paleadon…”
Paleadon bu kadar çabuk bir ses duymayı beklemese de aklındakileri derhal soracaktı:
“Kimseye tam güvenmesem de yakındakilerden düşmanlık beklemeli miyim?”
Dikitlerde dolaşan birinin görüntüsünü takip etmek zor olsa da tam yanı başında belirip gözlerini açmış, uzun beyaz saçları, kalın siyah kaşları ile korku verici bir ifade belirecekti. Ama korku bilmeyen Paleadon’u etkilemesi zordu. Sadece sözleri etkili olacaktı:
“Cüceye uzun yıllar güvenebilirsin. Diğer ikisi bildiğin gibi, içlerindeki kıskançlığı hissetmedin mi?”
“Ya kral? Kral ile çarpışmam gerekebilir mi?”
“O zaten diğerlerine bağlı. Diğerlerini elinde tut ki, güçlü ol. Bunları biliyorsun asıl sorunu sor!”
Paleadon bu sefer rahatsız: “Oğlum Arcanian, yerimi alacak güçte mi? Onun önünde birileri var mı?”
“Çocuk senden daha büyük bir savaşçı olacak.”
Paleadon, cevaplarını almıştı. Göle yerde bulduğu çakıl taşını atması ile dikitlerdeki görüntü, sadece ışık oyunlarına dönüşecekti. Farie tekrar yol göstermek için gölden çıkacaktı.
Farie:”Evet lordum gidelim.”
II. Bölüm Sonu
--------------------------------------------------------------------
-Bölüm III-
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
“Haydi ama gecikiyoruz, güvenli yol bile olsa, yarısını gün batmadan gitmeyi tercih ederim.” Bu sözler acele etmeleri gerektiğinin en az onuncu defa tekrarlanmasından öteye gidemeyecekti. Cücelerin oluşturduğu topluluğun kimlerin gideceğine karar vermesi güçtü:
“İşte…” dedi Thundorin “…Sadece ben ve ailem yazıyor. Okumanı tavsiye ederim danışmanlarım demiyor.”
Bu son sözü ile alınmış bir iki cüce küsmüş çocuklar gibi odayı terk edecekti: “İyi o zaman!”
Hala şoktaki Thundorin ise artlarından bağırmak için birkaç saniye duraksayıp: ”Evet ,iyi o zaman!”
Cüce Efendisi, hazırlıkların daha fazla sürmesinden rahatsızlığını on birinci defa belirttiğinde. Eşi ile dünyalarının görebileceği en iyi yansıtan aynasında, kendilerine bakıyordu.
“Harikasın Anvilin sevgili eşim, hadi bakalım hadi bakalım şu gençleri hareketlendir.”
Biri on dört, diğeri on yedi yaşında iki oğlunun onlarla geleceğinden emin olmak istiyordu. İşte o anda müziği tutturan madenden sesler yankılanacaktı, günün getirdiklerini kutluyorlardı:
Lonely Mountan Band- The anvil procession
minstrelsongs.com/track/the-anvil-procession
Hemen şimdi hemen başla işe,
Dağın altında bizi bekler,
En parlak olanı bulalım diye,
Gizlemiş tanrı Thundor.
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
Haydi vur keskiye çekici,
Haydi yemeği ihmal etme
Bizim için pişti,
Gözünün önünde,
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
Önce kim bulursa onun olacak
Payını verdiğinde Efendiye
Geri kalanı ile ömür boyu
Yemek alacak
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
Devir biraları,
Önce kim kazarsa
Önce o bulacak,
Kutlamalar onun olacak
Ham Hum Hoo… Tak Tuk To…
“Hmm homm hmm işte, geldiler bile, bin tane cüce soru soracak şimdi, haydi artık çıkalım şu yola.”
“İmkansız, imkansız…” diye içeri giren az önceki danışman olacaktı. Bu dağın kalbindeki evde, en son istenen efendi cücenin yapacağı bir yolculuk olacağı bilinen bir şeydi.
“Al işte kaçamadık!” Thundorin başına geleceklerden ümitsiz, içeri dolacakları beklemeye başlayacaktı.
Resim: browse.deviantart.com/?qh=§ion=&global=1&q=dwarves+and+city#/d5o7zi2
by kanaru92.deviantart.com/
-----------------------------------------------------------
Şimdiye kadar cücelerin gördüğü efendilerin içinde en iyi savaşçıları yetiştiren Thundorin, günlük işlerden öylesine sıkılmıştı ki bu yolculuk için can atıyordu. Sorular ile gelenleri henüz on yedi yaşındaki oğlu Arkentor yanıtlayacaktı.
Savaşçı yolu seçen Arkentor, aynı zamanda karizmatik bir lider olacak gibiydi. Diğer cücelerden en az birkaç parmak uzun boyu, simsiyah arkaya uzanan örülmüş saçları, parlak siyah gözleri, çenesinden göğüs kafesine kadar örülü, madenlerle süslü sakalı ve keskin yüz hatları ile fiziksel özellikleri onu ön plana çıkarmaktaydı.
Ancak tüm bunların ötesinde kim oldukları ile ilgili konuşmaları dikkat çekiyordu. Tıpkı ataları gibi savaş verdikleri her seferinde anımsatıyordu. Kapıya dayananları o karşılayacaktı. Basit şarkılarını gülümseme ile karşıladığı halde gelenlere şunları söyleyecekti:
“Çekiç çalışacak ki hayat başlayacak. Thundor yaşamalarını isteyecek, hep müziğinde onlardan söz edecek. Yaptığını yok etmeyi göze alacak, ama müzik dur diyecek onlarda sen varsın. Senden olanlar, senin için binlerce yıl dünyamız Morwen üstünde yaşayacaklar. Senin sesin olacaklar. Çekiç çalışacak, isimsiz dağlar adlandırılacak, en derinlerde en parlak olan bulunacak ve bu halk asla boyun eğmeden yaşayacak.
Sağ kalan son cüce çekici kullanan son taş ustası resmini yapacak ve ‘Ulu Thundor’, diyecek ‘şerefimizle yaşadık ve tanrılar bizi böyle bilecek.’ Son harfleri kazır iken eli titremeyecek, kararlı, müziğin sesi ile büyülenmiş cüce, krallarına yaraşır hikâyesini böyle tamamlayacak. Atalarının yanına giderken aklında tek tereddüt kırıntısı olmayacak.”
Herkes bir anda ciddiyetine bürünecekti ve Arkentor’un davet eden cümlesi ile derin bir nefes alıp sırayla kabul salonuna gireceklerdi:
“ Şimdi yola çıkıyoruz, Morwen’in ormanlarında başıboş düşmanlara karşı, iyi dileklerinizi sunun babam Efendi Thundorin’e…”
minstrelsongs.com/track/a-history-of-the-dwarves
------------------------------------------------------------
Cüceler
Kimi daha çekiç, kazma elinde iken koşturmuştu. Kimi efendisine baltasını sunacağını onu da yanına almasını söyleyen savaşçılardı. İpek tüccarı, değerli taş uzmanı, gözlük tamircisi, zanaat sahibi onlarca loncanın ileri gelenlerinden çalışanlarına kadar. Thundorin seviliyordu. Bu tek gerçekti onca yıldan sonra. Tanrılar onu seçmiş, onu yüceltmişti.
“Sen bizim babamızsın Thundorin, sağlıcakla gidip dönesin.”
“Baltamız emrinde Efendi!”
“Ve zırhındaki büyü ile bizleri hatırla, en küçük çatışmada”
Bunun gibi uğultuya dönüşen konuşmalar salonu doldurmakta olan onlarca cücenin bir şekilde aralarda sesini duyurması ile devam edecekti. Ve Thundorin…
Thundorin önce eşi Anvilin’e ve sonra kapının iki yanında duran oğullarına bakarak, gözleri dolacaktı. Onore edilmek onun hayatının parçası idi. Ama bu sefer farklıydı, gerçekten başardığına inanmıştı. Sadece şunları söyledi:
“Benim için bu bir zaferdir, taş kalbinizi kazanmak, dert görmeyin ve sadece kısa bir yolculuk bu o kadar.”
Ve kahkahalar, ağırlaşan yüreklerde hoşa giden ne varsa vardı Thundorin’in cevabında. Cüceler arasında yıllarca unutulmayacak cevabında.
Yola çıkma zamanıydı. Cüce efendisi ve eşi kalabalığın açtığı yoldan emin adımlarla ilerleyip çıkışa yönelecekti. Ailenin dört üyesi kabul salonunun kapılarında buluştular. Her biri dünyanın en şanslı cüceleri olduklarından emindiler. Sevildiler. Ve şimdi yoldaydılar.
---------------------------------------------------------------
Nertetulwe Krallığı
Krallığın adı Nertetulwe, Dokuz sütun. Her birini anlatmaya ömür yeter mi meçhul. Paleadon’dan bahsettik biraz, biraz da Thundorin’den. Biraz daha söz edelim cücelerden.
Taşın cüceleri idi bunlar, Paleadon’un komşuları, krallığın bir parçası… Thundorin yer verdi onlara yurt yaptı ve insan krallığı Nertetulwe’nin bir sütununu oluşturdular. Nertetulwe’nin hikâyesinde hep vardılar ve kuruluşa tanıklık ettiler. Cüceler, çalıştıkça diğer sütunlar da güçlendi. Dokuz Sütun ülkesi Nertetulwe zor bir dünyada ayakta kalanların kırılgan ittifakıydı.
Bu hep bilinir, ülkeyi birbirine bağlayanlar manevi olanlardır. Dokuz sütunu bağlayan kapkaranlık bir dünyada verilen amansız savaşlar ve yaşam mücadelesidir, medeniyet arzusu, değer verme değerli olanı koruma çabasıdır.
Ülkeyi bağlayanlardan biri de yazdıklarıdır. Yazdıkları dokuz sütunu anlatırken, düzenlerinin kanayan yaralarına değinir. Değinir ki kral uyansın; sütunlara baskı yapacağına yükselmeleri için yol açsın.
Yollar da bağlar Nertetulwe’yi öyle ki her biri cüce yapımı taş kulelerin desteklediği dokuz sütunu birleştiren yollar. İşte Thundorin ve ailesi yanında muhafız birliği ile bu yollarda ilerleyecekti. Bu yolların kenarlarında bulunan meşaleler gündüz gece canlıdır ki bunu sağlayan büyüden başka bir şey değildir. Yol boyunca aralıklarla görülebilen taş kulelerde saklanan, cücelerin bulduğu büyük kristaller büyünün anahtarıdır. Bir büyücü adayının büyüsü ile bu kristaller büyünün gücünü binlerce misline çıkartmakta ve büyülü meşaleleri aydınlatmakta. Her kim izinsiz bu yollara girmeye kalksa ağır yaralar almaktan kurtulamamaktadır.
İşte Nertetulwe’nin taş yolları böylesine önemlidir. Gecenin yaratıkları, unutulmuş düşmanlardan korunmanın şartı bu yoldan ilerlemektir. Paleadon bunu dinlemeyen nadir liderlerdendi ve gerektiğinde savaşmak için bu yollar elbette terk edilecekti.
Dokuz Sütun ülkesinde güneş ve ayın ışığında yaşam daha kolay iken. Zifiri karanlık bir anda etrafınızı sarabilirdi. Her şey dünyaları Morwen’in tanrılarının kızgınlığına bağlı gibiydi. Ayı ve Güneşi örten bir örtü talihinizin sonuna geldiğinizin, bir tanrıyı gücendirdiğinizin habercisi olabilirdi.
Ay ile Güneşin buluşması mı? O harikulade bir zaman, tanrıların armağanı ve sadece belli zamanlarda, belli kişilerin, diğerleri görmez iken, onların görebileceği bir şeydi. Hayatında buna şahit olmamış o kadar çok kişi vardı ki! Sadece kitaplardan okuyup özenenler, saraylarında ve yollarında, hanlarında ve avlularda onu görebilmeyi umanlar… Belki bir gün diye bekleyenler. Morwen’in bu armağanını anlamaya çalışanlar… Silmolin görebilecek miydi? Şarkıda sözü geçeni bilebilecek miydi? Sadece görenlerin bileceği armağan, Ay ile Güneşin buluşması.
-------------------------------------------------
-Bölüm IV-
Rüyaların
Silmolin, rüyaların Silmolin… Öylesine değerli öylesine gerçek olan tek şey ki! Morwen üstünde yürüyenleri değiştirebilecek, onlara sunulabilecek gerçek onlarda gizli değil mi? Onlarda gördün biliyorsun sana ne demek istediklerini. İçten içe hep söylediler; Elf yurdu.
Meşe ile konuşmayı sürdürecekti elf:
“Ahh elf yurdu sonbaharın son gününde nasıl olurdu kim bilir? Rüzgârın getirdikleriyle müzik tutturmak… Bin bir renkteki solan yaprakların ağaçlardaki akşam meltemi ile dansına o müzikte bir elf kızının şarkısının karışması. Ahh elf yurdu, sonsuzluktan gelen nehirlerin, belki bir cüce tanrısının gözyaşlarının, şelalerinde ses olduğu elf yurdu. Sen bir hayal, bir rüya ya da anlatılan bir masaldan öte bir şey olmalısın.”
“İzin ver yüce meşe, şu karanlık dünyada bir elf yurdu rüyası daha görmeme.” Hava kararmadan hala zamanı varken sayfaları rastgele çevirecekti. Bir Hatıra- Tawni bölümüne gözü takılacaktı. Nasıl olmuştu da sonuna kadar savaşmıştı bu kadın? Dünya hep savaş için mi vardı? Elf yurduna gitmek için savaşması gerekecekti belki de. Kitaba eklenmiş bir not, efendisinin el yazısı ile bir şarkı... Büyü ile kitaptaki yerini almış. Duymak için sadece parmaklarını üstüne koymak yeterliydi. Sadece kitaba dokunan duyabilirdi. Belki de bir rüyadan ibaretti, gerçeklerin rüyası…
Impartial (The Battle) - The Clockwork Dolls
www.youtube.com/watch?v=ULzDJTo1zNw
Rüyaların gerçeği, hangisiydi? Şimdiye kadar o elf yurdundan söz edilmemişti. Herkes elflerin korkunç düşmanlar olduğunu anlatıp duruyordu. Kendinde bir düşman görebilir miydi Silmolin? En azından meşe ile konuşabilirdi.
“Sanırım rüyalarımın içinde kaybolacağım. Bunu yapmak için zamanım var meşe, tüm gece kütüphanede olacağım. Sana anlatırım; hep yaptığım gibi değil, bu sefer kaybolduğum yerlerin, rüyaların gerçekliğine inanacaksın. Evet, gitmelisin diyeceksin elf topraklarına, rüyalarında söylenen yol ile.”
Resim: koel-art.deviantart.com/#/d5h7r2a by koel-art.deviantart.com/
----------------------------------------------------------------
Şarkılar söylendi. Canlıydılar; kitabın sayfalarından bir elfin rüyalarına kendilerini davet ettirecek kadar. Meşeyi terk ettiğinde geceye “Silmolin” diyecekti mutfağın sahibi.
“Silmolin, işte bu güzel şarkın için” derken her zamanki gibi zengin süslü bir tabak ve her zamankinden farklı olarak çiçek şeklinde şekerler ile süslü bir pasta dilimi…
“Silmolin, genç efendi Arcanian 14. yaşına girdi, şarkına teşekkür ediyor, senin Ay ile Güneşin şarkısındaki hikâyeleri anlatmanı sabırsızlıkla beklediğini de söylüyor. Ah şu çocuk, her şey onun için bir merak.”
“Ben de merak ediyorum” derken gülümseyerek tabaktakileri yanına alıp, kütüphane’ye yönelecekti elf.
Şimdi yiyeceklere elini sürmeden kitabın raflardaki yerini almasını, doğru dürüst okumak için önündeki günleri beklemesi gerektiğini düşünerek sağlayacaktı.
“Klasik bir şeyler; Noldo Rüyaları… Öylesine uykum var ki… Noldo Rüyaları’nın büyüsü olmalı… Bu…
Bu… çok gari… ppp… Noldo… Rüyal… arı…”
Son seçtiği kitabın adını sayıklarken elinde kapağını açmadığı halde rüyalar içinde gezinmeye başlayacaktı işte. Bu kütüphanenin büyülü olduğu hep söylenirdi de kimse inanmazdı. Cildin üstündeki yazılar şöminede altın sarısı harfler olarak dans ediyordu, şimdi. Rüya gören elfe şarkılar söylemeyi ihmal etmiyorlardı:
“Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Seçtiğin bizim dünyamız
Ne güzel bir kitap buldun kendine
Mutlu bir uyku için bizimle
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Uzun zaman olmuştu
Şu şöminenin sıcak alevlerinde
Dans etmeyeli eşlerimizle
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Biz harflerin söylediği
Şarkının büyüsüyle uyurken
Bize mırıldan rüyalarını, dinleriz elbette
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Bu kitap ile uykuya dalan
Herkesten biri olduğun için
Kitabın sayfalarına gizlenecek
Büyülü rüyaların, mırıldandıkların
***
Seçtiğin için çok teşekkür ederiz
Kitabın adı Noldo Rüyaları
İçinde ona dokunanların notları
Biz dans ederken şöminede
Söylerken şarkımızı
İşte başladı elf rüyaları”
--------------------------------------------------------
Sürekli kendini gizleyen, yol göstereceğini, Nertetulwe’nin dışında bekleyen dünyanın ne de merak uyandıran, ne de gizemli olduğundan söz eden biri. O biri her kitapta karşısına çıkan tanıdık bir ses, bir nota, bir harf.
İşte dans ediyor harfler notalar ile buluşuyorlar. Ve hepsi aynı tanıdık kişinin nefesi. Elf diyarının gizemli, yüzünü bir rüyalığına gösterip sonra unutturan, her rüyada bir kez daha kendine hayran bırakan hanımı…
“Söyle şu dünyanın oyununu nasıl oynamalı, rüyaların gerçeklerden neler sunabileceğini göster bana.”
Silmolin’in dilinden rüyaları görürken dökülen pek çok cümle gibi bu sözler de unutulmayacaktı. Kitabın içine sızan cümlenin harfleri, bir sonra okuyacak olana seslenecekleri zamanı beklemek üzere, birbirini koşarak gülerek zıplayarak izleyen harflere katılacaktı.
Rüyalar bu kez Sonbahar demekte kararlı gibiydi. Sonbaharın ilk anları, hasat zamanı henüz geçmemiş, rüya ya herkes neşeliymiş. Silmolin, Nertetulwe’nin Kuzey sınırlarına ulaşmayı başarmış, konuk olduğu bir hobbit köyünde ilgi ile karşılanmıştır.
“Kesinlikle böyle bir yolculuk olmalı.”
Son cümlesinin kelimelerinin harfleri de hobbit ezgileri ile kitabın yapraklarına doğru yola çıkacaktı elbette.
Ahh elf yurdu, “Hanımım demek siz, demek siz karşılayacaktınız beni.”
Bu sefer harfler, şöminede dans edenlerle birlikte sanki bir şölende gibi mutluluk içinde şarkılar söyleyecekti. Sonunda yine diğerleri gibi kitabın yapraklarına karışacaklardı.
-----------------------------------------------------------------
Ahh elf yurdu
Gözlerinde Baharın hüznü, sadece bu rüyada hatırlayacağı yüzü ile yurdun hanımı. Nasıl da kucak açtı savaşçıları. Bir ok gönderdiler gökyüzüne bu elf için, öyle ki o ok doğruca Güneş’in ışıklarına karışıp dönüşte Ay’a uğradı. Her birinin ışığını alıp “Rüyalarından hatırlayacağın bir anı olsun.” diyen hanımın elinde Silmolin’e sunuldu. Silmolin’in mırıldandıklarına eklenen son harfler yine kitaptaki yerini alırken gece ilerleyecekti.
Şimdi en güzel zamanı, Sonbahar iken bin bir kırmızı, sarı, turuncu ağaçlardan göllere yansırken, renkler Ay ile Güneşin renkleri iken. Elf yurdunun salonları, kemerleri, kubbeleri büyülü bir hüznün Sonbaharı ile çepeçevre sarılmış iken. Silmolin iken, hala rüyada olduğuna emin, hayal ettiğinin farkında konuşup söyleyecek söz bulamamış kitaba sır vermez iken.
Sadece rüyalar olduğuna göre, uyku ile uyanmanın arasında elfleri bir sonraki rüyasında tekrar görme umudu ile “Ahh elf yurdu.”
Bu son söylediği harfler ile şöminede dans edenler kitabın kabında görünen ve görünmeyenler olarak yerini alacaktı ki Silmolin artık rüyada değildi.
“Elf Hanımı, eminim o ülkeyi o hanım yönetiyor olmalı.”
Hatırlamaya çalışırken elinde tutuğu kitaptan bir sayfa bile okumamış olmasına rağmen hoşnut, kitabı raflarındaki yerine bırakacaktı. Kendi yalnızlığı gibi o kitabı da yalnız bırakmanın hüznünü hissedecekti elini ciltten çektiğinde.
“Şimdi, gitmeliyim harfler, şimdi rüyalarımla yalnız kalmalıyım. Size yeterince anlatabildim sanırım.”
Odada dolaşıp tekrar rahat koltuğa yerleştiğinde kendi kendine konuşmayı sürdürecekti. Noldo Rüyaları’nın bulunduğu rafa bakarak:
“Tekrar sayfaları karıştırdığımda kadim meşeye anlatabileceğim bir elf yurdundan bahsedelim, bahsedenlerin cümlelerini fısıldayın bana ki meşeye işte yalnız değilmişim, diyebileyim.”
IV. Bölüm Sonu
---------------------------------------------------------------
Bölüm V
Fısıltıların Hezeyanları
Nertetulwe’nin sütunlarından, Paleadon’un tam Kuzeyinde krallığın güney merkezini oluşturan bölgenin sahipleri Rahipler olarak bilinen bir gruptu. Bu bölgede onlarca manastır, karanlık ile mücadele ettiğini söyleyenlerin anısına sunaklar, tanrılara tapınaklar yükselirdi.
Her şey gibi, bu ülkenin yönetimine karışan her şey gibi bu bölgenin yöneticileri de karanlığa dokunmadan kalamazdı. Bu dokunuş, bir hastalık gibi bulaşan Morwen’in karanlığının yayılmasından başka bir sonuç doğurmayacaktı elbette.
Krallığın merkezine en yakın olanların ülke yönetiminde uyguladıkları acımasızlıklar, haksız kararlar, tanrısal olduklarını iddia ettiklerinde bir kat daha korkunçlaşıyordu ki onlar Airimokala dedikleri liderleri ile bu bataklığa iyice gömülmüşlerdi.
İçlerinde daha yaşanır bir dünya için kim çabalarsa kıskanç gözlere maruz kalmaktaydı. Airimokala, Işığın Rahibi, çoktandır bu kıskançlıklar içinde yönetmekteydi.
“Fısıltılar İstyar, artık sadece yalnız kaldığımda duymuyorum. Her an… Tanrıların merhameti yok İstyar, Morwen’in laneti ülkemizin üzerinde, sen de hissetmiyor musun?”
Işığın Manastırı’nda iki rahibin tüm kulaklardan uzak, su sesi ile konuşmalarının gizli tutulduğu bir salonda konuşmaları… Saygıyla selam vermeyi ihmal etmeyen kadın rahip, kapüşonunu geriye atıp gülümseyerek cevap verecektir:
“Bu efendimiz, sizin daha bilge olduğunuzun kanıtıdır. Bu sesleri, şey fısıltıları en iyi siz yorumlayabileceğiniz için sizle konuşmayı tercih etmişlerdir.”
Airimokala, en az yirmi kişilik olan salonun ortasındaki masanın kapıya göre sağından kadına doğru ilerlemeye başlar. Gözünde şüpheli bir bakış, ışık soldaki pencerelerden yansırken bir çılgını andıran yüz ifadesi ile kadına sorar:
“Sana da fısıltılar gelir mi? Bana gerçeği söyleyeceksin!”
İstyar, efendisini her zaman idare etmede usta olsa da bu kez zor bir sorunun öncesinde cevap isteyen bir soruya cevap vermesi gerektiğini bilmektedir. O da masanın aynı tarafına geçerek efendisine doğru yürümeye başlar. Aslında tam ters yönde ilerlemeyi öylesine istemektedir ki.
“Efendimiz, fısıltılar pek çok kişi ile konuşur. Sadece az kişiden yardım ister. Bildiğiniz gibi biz üst seviye rahiplerin hepsi belli seviyelerde duyar.”
“Ve ben en fazlasını duyuyorum! Şu Paleadon, bizi soruşturuyormuş. Druid’e gidip duruyormuş. Bir de beni ağırlamak istiyor ne yapmalı?”
İşte İstyar’ın beklediği zor soru gelmişti. Şimdi aralarında sadece birkaç sandalyelik mesafe varken yanıtlayacaktı:
“Sizden korkuyor olabilir. Ona hala ihtiyaç var Lordum!”
“Evet evet haklısın, korkusundan beni davet ediyor olmalı. Zaten hazırlıkları başlatmıştım, yola çıkacağım. Heyette sen de olacaksın.” derken az önceki korkutucu ses tonunu değiştirecekti. Sanki içi rahatlamış keyfi yerine gelmişti.
Aralarındaki sandalyeler tükendiğinde, buğulu mavi gözlerini İstyar’ın gözlerinden ayırmayarak devam edecekti:
“Bana fısıltılardan söz edeceksin en kısa zamanda İstyar. Şimdi git yapacaklarını yap, yolculuğa az zaman kaldı.”
Kadın kendini süzen o korkutucu gözlere tek bir zayıflık gösteren mimik vermeden:
”Elbette Efendi Rahip.”
Sırtını dönüp kapüşonu ile yüzünü gizleyerek, kapıya doğru hızlı adımlarla salonu terk edecekti ki Airimokala’nın kahkahalar atarak kendi kendine konuştuğuna yemin edebilirdi. Sadece bir anlığına ardına bakacaktı. Kimseyi göremeyecek ve salonu terk edecekti.
Resim: browse.deviantart.com/?qh=§ion=&global=1&q=angel#/d1lsck6 by peggyly.deviantart.com/
---------------------------------------------------
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak O da seni terk edenlerden.”
“Gözlerine bakarken hiç hata yapmadı. Bak ne kadar dikkatli.”
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak sana karşı bir sevgisi yok, bak ne kadar dikkatli.”
“Sana doğruyu söylese de senden çekiniyor.”
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak kimlerle konuşuyor, bak yanında kalmaya tahammül edemiyor.”
“Kimseye güvenemezsin Airimokala.”
“Yine yalnız kaldık.”
“Bak kimse seni sevmiyor, bak düşmanlarına.”
“Kime kalbini açtıysan yanılttı seni.”
“Yine yalnız kaldık, bak Airimokala.”
Az önceki konuşma sona erip kahkahalar içinde, keyifle arkadaki odalara yönelen Airimokala bu kez şüphelerinin fısıltılarla yalnız kalmasının önüne geçmekte zorlanacaktı. İstyar’ın mükemmel cevaplarına rağmen içinde bulunduğu durum açıktı. Tam bir güç mücadelesinin içindeydi. Krallığın dört bir yanından fısıltılar huzuruna çıkmaya çalışıyordu. Hatta elf krallıklarından da fısıltılar duyduğuna artık emindi.
Tüm bunları daha sakin düşünmeliydi. Verdiği kararlardan bazen pişman olduğunu hissediyordu. Amaçlarından saptıklarını göremeyecek kadar saf değildi elbette. Bu yeni gücü, kontrol etmenin bir yolunu bulmalıydı. Bu güç sayesinde tekrar Işığın Rahibi olabilirdi belki de.
Öylesine biliyordu ki gerçeklerin Morwen’de yanılsamalar ile iç içe olduğunu, bu dünyanın lanetini bilen ve acı çekip çektiren ruhların başında geldiğinin farkındaydı. Heyhat düşmanları olduğunu düşünmeden edemiyor, bu zihnini bulandırıyordu. İşte fısıltıları doğru dürüst dinlemek için bir yol bulmalıydı.
Gün Işığının tanrısına dua edeceği, gençliğinde zamanının çoğunu harcadığı o küçük manastır odasına yönelecekti. Onu yolda görenler, yerlere kadar eğilecek, kimi korkuyu bile unutup nefret bakışlarını ardından esirgemeyecek ve o bütün bunları görecekti.
“Yine yalnız kaldık, bak Airimokala.”
Kapılardaki debdebeli karşılamalara aldırmadan garip olanı yapmaya karar vermişti. Onun odası, uzun zaman önce mühürlenmişti. Odaya ulaştığında tek duyduğu:
“Yine yalnız kaldık, bak Airimokala.”
--------------------------------------------------------------
Sefaletin Çocukları
Fazla dikkatli davrandığının farkına varan, sadece fısıltılar olmayacaktı. İstyar da salonu terk eder etmez kahkahalardaki yalnızlığı hissedecekti. Bu kahkahalar “Sen de ha! Sen de ha!” der gibiydi. Tamamıyla doğru şeyler söylediğine emin olsa da kadın rahip, bildiği bir şey vardı, onun liderliğini artık kimsenin istemediğini biliyorlardı.
Oysa Airimokala, tanrıların onu seçmesine karşı gelinemeyeceğine emin olan, ülke için yaptığı korkunç şeylerin sebebini başkaları gibi anlamaya çalışan bir zavallıydı. İstyar düşünmeden edemiyordu:
“Yerinde olsam ne yapardım, Morwen’in lanetinin yayılmaması için yapılacak tek şey olurdu.”
Ve fısıltılar: ”Söyle bize İstyar.”
Gülümseme, acı bir şekilde yüzünde, taş sokakları gezmekte, bir şeyler satmaya çalışanların çarşısında saygı ile karşılanmakta iken, fısıltıya bir iki kelime etmekten çekinmeyerek bu sefer:
“ Sefaletin çocuklarına Yaşam Tanrısının armağanları olan, tüm yemekleri vermek, güldüklerini görmek ve bir elf ile karşılıklı konuşup Morwen’in lanetleri ile omuz omuza mücadele etmek…”
Ve fısıltılar:”Asla lider olamayacaksın.”
Yanıt: “Biliyorum ve bu yüzden yapabileceklerimi yapıyorum.”
Ve fısıltılar: ”Bunları niye anlatıyorsun ki! Airimokala’ya söylememizden korkmuyor musun?”
Etrafında, bir sokak arası meydanda, çember çevirip koşuşturan çocuklara boş gözlerle bakan İstyar:
“Korkmuyorum, aslında bunları söyleyerek hayatımı kurtarıyorum.”
“Seni seviyoruz İstyar.”
Öylesine dalmıştır ki etrafında toplanan çocukları ancak fark eder:
”Seni seviyoruz İstyar.”
-------------------------------------------
Hazırlıklar
“Tanrılara verilecek kurbanlar hazırlansın. Yolculuk zamanı yakındır. Kimse tembelliğini gizlemeye çalışmasın. Tanrılara verilecek kurbanlar hazırlansın. Sunaklar dolup taşsın ki ne kadar minnet duyduğumuz anlaşılsın.
Onun adı Airimokala krallığın temel taşı, elbette size göz kulak olacak. Sizin sesiniz olacak. Elflerin korkulu rüyası Airimokala, büyülerin ustası yolculuğa çıkacak.
Elbette bilirsiniz alçakgönüllülüğünü ki davet edenleri geri çevirmeyecek. Haydi koşun, ona saygınızı sunun, yola çıkacak olanın adı Airimokala.”
Işığın Tanrısına dualarını bitiren Airimokala, tek bir fısıltı duymamıştı o günden beri. Belli ki yeni bir şansı vardı. Eski alışkanlıklar mı kazanacaktı yoksa bu yeni şans mı? Ellerinde yeterince kan vardı.
Hazırlıklar yapıldı, güvenli yollardan ilerleyecek muhafız birliği ile korunacak olanlar Paleadon’un topraklarına Güney’e ilerlemeye başlayacaktı.
Fısıltılar sessizleşti, hezeyanların fısıltıları, onlara biraz daha zaman verecekti.
V. Bölüm Sonu
-----------------------------------------------------------
Bölüm VI
Karanlıkta Kaybolanlar
“Biz çoktandır, Gün Işığının Tanrısı’nı unuttuk Druid. Aldığımız her canda O’nu aradık, her seferinde kendimiz ile karşılaştık. Sadece hayatta kalmaya çalışan kendimiz ile... Druid, Morwen yaşamak için öldürdüğün dünyalardan biri. Ve ismim karanlıkta kaybolduğunda beni hatırlayacak kimse yok.”
Aryante, Druid’in yanıldığını anlatmaya çalışıyor gibiydi. Yaralılar acı ile kıvranmaya başlamıştı öyle ki bu ağır yanılgı karşısında Druid bir şey söylemeye fırsat bulamamıştı. Acılarını azaltmak için tütsüler ile büyülü kelimeleri mırıldanmaya devam edecekti. Herkes sustuğunda ise Druid bu kez yüzündeki ifadeyi değiştirmiş, küçümseyen bir ifade ile:
“Sen daha kim olduğunu tanımayan bir çocuksun Aryante, Morwen’in karanlık dünyasında çok şey gördüğünü sanıyorsun. Umudun ile savaşıyorsun, bunda yanılmıyorum. Lord’una bağlılığın seni yormuş, ellerindeki elf kanı aklını bulandırmış. Ama yine de umut ile savaşıyorsun.”
Aryante artık bu dayanılmaz konuşmanın bitmesini, Lord Paleadon’un bir an önce geri dönmesini istemektedir. Tam Druid yeniden konuşacak olduğunda söze girer genç kadın:
“Druid, sanırım şimdi yapmam gerekeni söylemeye yelteneceksin. Sakın konuşma, benim ne kadar acımasız biri olabileceğimi bilmiyor olmalısın.”
Aryante’nin eli kılıcının kabzasındaydı. Yaşlı kadın bunu fark etmekte gecikmemişti. Kendi kendine söylenerek ona sırtını dönecekti. Tek kelime konuşmamaya karar vermesi, onun da sınırları olduğunu göstermişti.
“Hep böyle olur Druid, biz lanetlenmiş dünyamızda hep bunu görürüz, şimdi umudum varsa bile senin sözlerinde değil.”
Söylenen yaşlı kadın ise: ”Sessizce lordunu bekle, beni rahatsız etme.”
Resim: ironshod.deviantart.com/art/Autumn-fairy-88973689 by ironshod.deviantart.com/
------------------------------------------------------------------
Farie’nin peşinde göz gözü görmeyen buz geçitlere girmenin rahatsızlığını tekrar yaşayacaktı Paleadon. Fısıltıların duyulduğu geçitlere. Bu kez kahkahalar:
“Ha ha haaaa… Haa haa haaaa…”
Topraklarında böylesi bir yer olduğu için pişman, çaresiz bu kahkahanın susmasını bekleyerek ilerleyecekti Paleadon. Sahibini çok iyi tanıyordu elbette. Tam bir deli olduğunu bildiği Airimokala’nın gülüşünü tanımıştı:
“Bir kez olsun… Bir kez olsun şu adamın adını veya sesini duymadan bir günüm geçemez mi?”
Yolu gösteren Farie kendisine bir şey söylendiğini düşünüp bir an duraksayıp Paleadon’un tam yüzüne yaklaşarak soran gözlerle bakacaktı.
“Sana söylemedim sevgili peri, bilirsin bu dünyada görmek istemeyeceğin kişilerden söz etmeyi de pek istemezsin.”
Peri kanatlarını çalıştırmaya devam etmemek için Paleadon’un omzuna konacaktı.
“Kim bu lordum?”
“Burası çok soğuk peri, seninle sohbet etmek isterdim, ancak…”
Farie, garip davranışına devam edecekti:
“Kim bu lordum?”
---------------------------------------------------
Muhafız birliğinin yaralı olmayan diğer üyeleri gibi Aryante de sabırsızlanmaya başlamıştı:
“Bu bekleyiş, şu nutuklar ve bu mağaranın olabilirliğinin imkansızlığı.”
“Niye söyleniyorsun, çık dışarı atlara bakanlara eşlik et.” Druid’in cevabı tokat gibiydi.
Bu karanlık dünyada kaybolmanın bin bir yolu vardı. İstemediği kadar fırsatı vardı Aryante’nin. Belki o atlardan birini alıp cesur ve gözü pek düşmanlarının krallıklarına gitmeliydi. Bir sürgün hayatı, içinde bulunduğu vicdan sorgulamalarından onu kurtarır mıydı?
Mağaranın çıkışına doğru bakarak ağzından kaçıracaktı işte o kelimeyi:
“Elfler…”
“Hmmm elfler ya!”
“Ben öyle bir şey demedim uydurma büyücü”, hışımla kılıcını kınının yarısına kadar çekip üstüne doğru bir hamle yapacaktı ki kendini durdurdu.
“Efendim dedim sadece.”
Druid fevri davranışlardan biraz sıkılmış olacaktı ki karmakarışık rafların arkasına geçecekti. Yeni bir şeyler hazırlıyordu yaralılara şüphesiz.
“Efendim. Efendim nerede kaldı Druid, yüzyıl beklemeyeceğiz herhalde.”
“Beklemen, gerektiği kadar… Ya da biliyorsun atlar…”
Aryante tekrar dışarıya bakıp iç geçirir: “Dünyanın güzel yüzü…”
Tek bir cevap gelmez.
------------------------------------------------------------
Geçitlerde ise işler daha bir karmaşık hal almaya başlamıştır bile. Omzundaki periye şaşkınlık içinde cevap verip vermemek konusunda tereddüt geçirmekte olan biri vardır buz geçitlerinde. Paleadon, nasıl bir duruma doğru gittiğini kestirmeye çalışırcasına periye doğruyu söylemek iyi olur mu acaba diye bocalamaktadır. Sözü çevirmeye çalışır:
“Bu, biz insanların krallığında pek sevilmeyen biri…” Oysa sözü uzatmanın işleri daha da kötüleştireceğinden habersizdir. Sadece “Önemsiz biri” diyerek geçip gitse yeni sorular gelmeyecekti belki de.
“Sizin krallığınızda sevilmeyenler mi var lordum?” Peri bu sefer küçücük yüzünde meraklı bir bakış ile burnunun ucunda uçmaktadır.
“Kimmiş O lordum?”
“Buralara gelen biri değil, boş ver bunu şimdi, burada donacağız haydi artık çıkışa gidelim peri.”
Peri biraz daha soru sormakta kararlıydı:
“Beni takip edin Paleadon.”
Paleadon şüpheli bir bakış ile periyi süzerek çaresizce takibe koyulacaktı. Aklından “Sonunda” demek geçiyordu ki ağzını eli ile kapatacaktı.
------------------------------------------------------------
Buz geçitlerinin, çıkışa doğru giderek daha soğuduğunu bilen Paleadon içinde olduğu durumun ne olduğunu anlamaya başlamıştı. Ya da öyle sanıyordu. Meraklı bir göl perisi tarafından oyalanmaktaydı. Giderek kızıyor burnundan soluyordu. Peri, zaman zaman ona yaklaşıp kıkırdayıp garip şeyler söylemeye bile başlamıştı:
“Hı hı az kaldı Paleadon, lordum. Kimler var sizin krallıkta, mutlu musunuz orada?”
Paleadon nefes nefese:
”Peri beni oyalama ne istiyorsun, çoktan çıkışa gelmiş olmalıydık.”
Masum bir çocuk ifadesi ile parıldayan yüzünde gülümsemesi ile Farie yanıtlamak için daha fazla beklemeyecekti:
“Şimdi bana kızmayın lordum. Gelin gölün kenarına götüreyim sizi. Yoksa burada donup öleceksiniz.”
Kendi etrafında dönen Paleadon, çaresiz kabul edecektir:
“Haydi, o zaman yolu, öhhö…”
“Evet, hemen takip edin Lordum. Karanlıkta kaybolmak istemeyiz dimi? Yolu biliyorum ben lordum.”
Saatler sonra yine Taş ve gölün olduğu galeriye ulaşacaklardı, karanlıkta kaybolanlar.
VI. Bölüm Sonu
-----------------------------------------------
-Bölüm VII-
Ejderha Efendileri
Morwen kadim bir dünya idi. Bunu bilmeyen pek çok yaşayanı olsa da öyleydi. Büyücülerin ömründen uzun, elflerin ormanlarından yaşlı, sürekli ağlayan bir tanrının lanetlediği Morwen, Karanlığın Kızı’na tanrıların nasıl hitap ettiği hep konuşulurdu. Ejderhaların vermediği sırlardan biri de bu idi. Sırlarla yaşayan ejderhaların…
Sözünü ettiğimiz ejderhalar öylesine kadimdiler ki Morwen’in o anda yaşayanlarının dili ile hiç ilgilenmemişlerdi. Ayrıca dünyanın yeni çocuklarının davranışlarını anlamak için çaba harcamakta da bir o kadar isteksizdiler. Genelde dağlık bölgeleri yaşam alanı seçerlerdi. Kolonileri birkaç ejderden öteye pek nadir ulaşır ve eşler halinde yaşamlarını sürdürürlerdi. Aslında konuşmayı çok severlerdi ve onların dilinden anlayanlar birer efsane olarak insanların arasında yürürlerdi.
Onlarla konuşanlara ejderha efendileri denilmekte idi. Bunlar bir çeşit druid sayılsa da uzun, insan ömrünün iki üç katı kadar uzun yaşayan insan büyücülerdi. Ayrıca elfler arasında da bu sınıftan druidler olduğu, o krallıklarda da daha müthiş geçmişi olan ejderha efendileri olduğu bu kişilerce bilinmekteydi. Şimdilik Paleadon’un üçüncü konuk ailesinden söz edeceğimize göre, Nertetulwe’nin ejderha bölgesi ile ilgilenelim.
Paleadon’un son komşu bölgesi, kuzey batısında yer alan Fenume ismindeki kadının ejderhalarla hüküm sürdüğü topraklardı. Krallığın önemli güney bölgelerinden biriydi Fenume’ın bölgesi. Burayı ziyaret edip ejderhalardan bilgi isteyen o kadar çok kişi olurdu ki.
En kadim olan ejderha’ya soru sormak imkânsız bir dilek gibiydi ki nerede olduğu birkaç kişi tarafından bilinirdi. Dağlarda inşa edilmiş, şatolarında daha genç ejderhaları ziyaret etmek bile onlarca izin gerektirirdi. Bu karanlık dünyayı anlayanların, diğerlerinin onu anlaması gibi bir dertleri hiç olmamıştı ve belli ki olmayacaktı.
Resim: moonworker1.deviantart.com/art/Dragon-Riders-155600060 by moonworker1.deviantart.com/
---------------------------------------------
“Ah Fenume, görüşmeyeli günler oldu. Söylentileri gençler fısıldadı, kardeşlerinle yolculuk yapacakmışsın. Haydi, buz tutmuş salonumu senin için ısıtayım.”
Ejderha’nın dilinden dökülen kapkaranlık kadim bir dildeki büyülü sözleri, kimsenin anlayamayacağı şekilde yer ve göğe fısıldanacaktı. Buz tutmuş şatosunun dört bir yanında, şöminelerin alev alması ve duvarların insanların içini ısıtabilecek kadar sıcak olmasıyla sonuçlanacak etkisini gösterdiğinde büyüler, Fenume ejderhanın dilinde söze girecekti.
“Urulooke, kadim dünyamızın kadim alev ejderhası bana karşı hep cömerttin. Yaptıklarımla hep ilgilendin, müteşekkirim. Bizim için önemli olan işlerle, senin için günlük yaşam kadar önemli olmasa bile benim hatırım için hep ilgilendin, müteşekkirim. Paleadon’a gidiyoruz. İsteklerin, tavsiyelerin var mıdır?”
Kırmızı pulları alevlerde daha bir canlı gözüken, kıvrılıp vücudunu yere sermiş olsa da, metrelerce yüksekten geniş yüzündeki ifade ile sanki dostluğa aç bir ejderha, bu sözlerden mutlu olmuş olacaktı ki sesli bir gülümsemeyi Fenume’dan esirgemeyecekti. Tavanı onlarca insan boyundan yüksek, konuklar için zevkle döşenmiş salonunda gün ışığının sızdığı dev pencerelere bakarak yanıtlayacaktı Urulooke.
“Sanırım sevgili dostum burada istediğim her şey var. Tavsiye ise bir insan ömrü kadar sürebilir. Seni meşgul etmek istemem. İpucu vereyim, gençlerden duyduğumu. Elflerle savaşmaktan yorulmadınız mı?”
Fenume bunu duyacağını, bir gün krallığın sorgulanacağını tahmin ediyordu. Ancak bunun Paleadon tarafından dile getirilebileceğini yine can dostu Urulooke’den duyması yola çıkmadan büyük bir hediye gibiydi.
“Bu doğru mu bilge ejderha? Bunun için hazır mıyız?”
Ejderha konuşmanın sonuna geldiklerini hissederek cevaplayacaktır:
“Sadece o yolculuğu yap ve giderken düşün.”
------------------------------------------------------
Sessizce öylece oturdular. Fenume, sanki düşüncelerini dışa vuran bir ifadeyi taşıyordu yüzünde. Hayır, hazır değildi. Elfleri affedemezdi en yakınlarını onlarla savaşlarda yitirmişti. İşte Morwen’in sarıp sarmaladığı bir ruh daha, işte Fenume dünyasının bir kopyasını kalbinde taşıyor, en bilgelerinden birinin yanında kendine verilene isyan etmemek için bir sebep arıyordu. Kendine dünyaları Karanlığın Kızı tarafından verilen sadece acı olmalıydı.
Şimdi bir ejderha efendisi olsa da, sonuçta kendisi ile bir oyun oynandığının şüphesi kalbine yerleşmişti. Urulooke’den bile şüphelendiğini, özellikle de ondan şüphelendiğini saklayamayacağının bilincindeydi elbette. Kendine verilen ağır yükü taşımak için ejderhanın yakınındaki, insan konukları için tuttuğu minderlere diz çökerek oturacaktı.
Sanki yıllarca tanıdığını, sonuna kadar savaşlarında destek olacağını düşündüğü ejderha, ona bu garip düşünceyi ne diye sormuştu ki! Anlam vermenin kolay birçok yolu ve gerçek olan tek bir cevap bütünü olabilirdi. Ama ejderhanın tek kelime daha etmeyeceğinden emindi. Söyleyeceğini söylemiş her zamanki gibi Gün Işığı Tanrısı’nın buzdan dünyasına sunduğu ışıklara bakan ejderha’nın belli ki kapkaranlık dünyadan ayrılan bir tarafı yoktu. Belki o da bir tanrıdır diye içinden geçirmemiş değildi Fenume. Bir insan ömrünü tamamlayan kadın, gençliğinden beri bunu binlerce kez düşünmüş ve en azından benimle konuşuyor diyerek ejderhadan kopmamıştı.
Öylece yağan karı izlemeye koyuldular, yüzlerinde Morwen’in tüm acıları ile bir ejderha efendisi ve tüm karanlığı ile bir ejderha. Akıp giden zamanda, dünyada olanları arayanlar. Anlamaya çalışanlar, acıyı ve verdiklerini iyi bilenler. Karanlığın Kızı’nın istediği ne olabilirdi ki, bu adı ilk kim koymuştu ki bu dünyaya? Hepsi gizli idi, insan ömrünün üç katı yaşasa da Fenume’dan gizli, ejderhadan ise… Kim bilebilir ki! Öylece oturdular saatler boyunca ejderha efendisi ve ejderha.
-----------------------------------------------------------
Yolculuk hazırlıkları başlatılmıştı. İki erkek kardeşi, bir kız kardeşi ve onların eşlerinin yanı sıra hepsinin çocukları ile muhafız birliği yolculuk için artık hazırdı. Dağlarda hareketlilik dikkat çekiciydi. Ejder efendileri, ejderhaların hiç bu kadar çok konuştuklarına şahit olmamışlardı. Sanki bir telaş demek istiyordu içinden hepsi ama ejderhaların dünyanın basit işleri ile ilgilenmediklerinden o kadar emindiler ki!
Büyülü meşalelerin koruduğu yola koyulmadan önce etraflarını saran halka korkmamalarını söyleyip duruyorlardı, ancak sorular yüksek sesle kulaklara ulaşıyordu:
“Ejderha efendileri, bize söyleyin ejderhalar size ne söyledi?”
“Çıkmayın bu yolculuğa ejderha efendileri, Fenume bize bir şeyler söyle.”
“Evet, evet sen liderimizsin Fenume, bize bir şey söylemeden gitmemelisin.”
Sonunda liderleri Fenume bir kaç kelime edecekti, gerçekle hep iç içe yaşayan bu insanlara:
“Bunlar krallığın geleceği ile ilgili önemli işler. Bölgemizi ejderhalar ve görevli kalan ejderha efendileri koruyacaktır korkmayın.”
Tam o sırada altın sarısı rengi ile genç ejderhalardan Foalooke, topluluğun görebileceği şekilde onlara doğru süzülerek ejderha dilinde bir şeyler söyleyecek ve ayakta durmayı zorlaştıran rüzgârı ile tekrar yükseklere yönelecekti. Ardından bir süre baktılar. Dağların tepeleri arasında gözden kayboluncaya kadar… Ve sorular:
“Ne söyledi hazine muhafızı, ne söyledi Foalooke. Bizlere söyler misin Fenume?”
Yüzündeki karanlık bir gülümseme ile yanıtlayacaktı kadın:
“Benim gibi düşündüğünü söyledi.”
Herkes birbirine bu bilmeceyi çözmenin imkânı yok demekteydi. Fenume’nin bu cümlesini anlamaya en yaklaşan kardeşleri idi. Diğerleri için daha fazla soru yaratmaktan öte bir cümle değildi bu. İçten içe hissediyorlardı çağlarının en önemli olaylarının onları beklediğini ve insanlar endişeleniyordu.
“Selam olsun Foalooke’ye.” diye bir gümbürtü kopacaktı.
Ve bu gürültünün ardından, herkes ejderha efendilerini selamlayacaktı. Kendilerine güvendiklerini söyleyeceklerdi bu sefer. Ve tüm Morwen onları izlermişçesine kendilerini önemseyen ejderha efendileri, Paleadon’un topraklarına doğru yola çıkacaklardı.
-------------------------------------------
“Sence bu yaptığın doğru mu Foalooke? Sence bu halkların işi bu kadar önemli mi?”
“Ne yapmamı bekliyorsun yüce Urulooke? Onların acılarını anlıyorum.”
“Ya ben? Yolculuğa çıkmalarını önlemeli miydim?”
“Hayır kadim ejderha, sen en doğrusunu bilirsin, ben sadece…”
“Bekle Foalooke, onlara karşı bir sevgi mi besliyorsun yoksa?”
“İnsanlar, şu koruduğum hazine için her şeyi yapar.”
“Eee öyle ise?”
“Sadece ejderha efendilerine…”
“Sadece ejderha efendilerine olsun.”
VII. Bölüm Sonu
----------------------------------------------------------
-Bölüm VIII-
Kral
“Aiunuvoronda, kaç kez sana seslendim?”
“Tamam, şu sıkıcı törenler.”
“Aiunum hayatın bunlarla geçecek çünkü her zaman zafer seninle olacak. Her zaman seninle olacak, zafer… Seninle, zafer… Aiunum benim… Zafer…”
Tek sözünü daha duyamayacağı, rüyanın sonunda hep aynı şekilde seslenen kadına beslediği sevgi evlat olmak iken… Tek cevap daha veremeyeceği rüyadan uyandığında kral, dünyada seveni yok iken…
Nertetulwe’nin en ağır yükü kendisi olduğunu iyi bilen kral, bir gece yarısı uyandığında yine terler içinde, Sonbahar’ın Kış’a bağlandığı Kuzey’in soğuk nefesi o kasvetli yatak odasına dolmuş iken donduğunu hissedecekti.
Adıyla seslenenlerin hiçbiri o rüyadaki gibi güzel söyleyemezdi ismini.
“Aiunuvoronda, meleklere inanan, Aiunu meleğim.”
Heyhat uzun zaman oldu o ses kesildi. Onun için; “Elfler katletti, casuslar…” dediler. Sadece bir hançer, Sonbahar yaprakları ile süslü bir kabzası olan kını asla bulunamamış… İşte kralın yıllar önceki kaybı rüyalarında hep, “Aiunum“ derken yanıtlayamaz iken Aiunuvoronda, uyanmış iken Sonbahar ile Kış’ın buluşmasına, buz gibi rüzgârın içeriye girmesine izin vermiş iken, O kraldı.
Yatağını terk ederek üstüne aldığı yakaları kürklü uzun palto ile Kuzey’e bakmak için karanlıkların içinde balkona yönelecekti. En karanlık gecelerden değildi, belki en iyisinden bir gece… Ve Balkondan Morwen’in Kuzey’de sunduklarına bakmak için yeterince sebebi var gibiydi.
Resim: browse.deviantart.com/?qh=§ion=&global=1&q=love+goddess+and+king#/d1of075 by mithgariel.deviantart.com/
-----------------------------------------------------------
Daha önce pek çok melek ile konuşmuştu. Aiunuvoronda, bu kez uykusunu bölenin hangisi olduğunu gerçekten de merak ediyordu. Uzun beyaz saçları dondurucu soğukta uçuşmaya başlamıştı genç kralın. Bir insanın kolay kolay karşı koyamayacağı kadar sert bir rüzgâr balkonlardan içeriye dolmuştu. Omuzları geniş ve boyu uzun ve insan soyundan, heykellerde yansıtıldığı üzere atalarınınki gibi cüsseli bir savaşçı kraldı. Ve bu rüzgârlar onun hayatıydı.
“Konuşmana izin veriyorum, bu gece yeterince uyudum.”
Önce bir cevap gelmeyecekti. Zaten rüzgâr ile yeterince konuşmamışlar mıydı? Niye daha fazla uğraşsındı ki kral?
“Beni tanıyormuş gibi konuştunuz majeste.”
Aiunu, balkonda dolaşmaktadır şimdi. Gözünün ucu ile yandaki mermer pervazların altından şehrin sönmemiş alevlerine, tapınak, kubbeleri, kulelerine göz atmayı ihmal etmemektedir. O kraldır, şehri izlemekten en çok bu vakitte zevk almaktadır. Gelen ise ilk kez kendini tanıtacağı halde ortaya çıkmakta kararsız gibidir. Kral, Yaşam Tanrısı tapınağından gelen ilahileri duyunca biraz olsun etkilenmiş olacaktır ki:
“Sevenlerin var.”
“Sizi daha çok seviyorlardır.”
Kral acı bir gülümseme ile ve sonra kahkaha ile karşılık verir ve yine gülümseyerek elini pervazlara sürterek yürümeye devam eder.
“Kim olduğunu söyleyecek misin?”
--------------------------------------------------
“Sakın fısıldama ama sadece söyle”
Bir aşk tanrıçası heykeline ulaştığında kral, balkondan görülen Ay’a bakmaktadır.
“Hiç konuşmuyorsun, yoksa sen de bu heykele ay ışığında hayran olup konuşmayı unutanlardan mısın? Bekle.”
Bu kez sırtını dönüp yatak odasının balkona açılan diğer kapılarından birinden içeri girecekti Aiunuvoronda. Rüzgâr iyice yavaşlamıştı. Gelen konuk öfkesini yitirmiş olmalıydı. Belki de kraldan etkilenmişti. Söyledikleri gibi cesur ve açık sözlü olabilir miydi bu adam? Bunu uydurmuşlar mıydı? İçeride ne yapmaktadır şimdi?
“İşte fısıldamamanı söylememin sebebi, yoksa bizi rahat bırakmazlardı.”
Elinde iki bardak kırmızı şarap kadehi ile tekrar balkonda belirecekti Aiunu. Belki de çıldırmış olmalıyım, hiç kendini göstermeyip tanıtmayan bir melek ile karşılaşmamıştım, diye içinden geçiriyor olması bunu söylemesine engel değildi ve öyle yaptı:
“Belki de çıldırmış olmalıyım, hiç kendini göstermeyip tanıtmayan bir melek ile karşılaşmamıştım.”
Kadehin birini aşk tanrıçası heykelinin geniş kaidesine koyacak ve kadehleri tokuşturarak, “Bize!” dedikten sonra gözlerini kapatıp kadehten ilk yudumunu alacaktı.
-------------------------------------------------
Ve gözlerini açtığında, bıraktığı kadehten şarabın bir miktar eksilmiş olduğunu gördüğünde gülümsemesini durduramayacaktı.
Ve konuk sonunda tekrar konuşmaya karar verir belki diye bir yudum daha içecekti Aiunuvoronda.
“Talanta”
“Talanta, düşmüş olan melek demek!”
“Bunu hak etmek için çok uğraştım, savaş meydanlarında çok dolaştım, birçok elf ile görüştüm. Ve senin gibiydiler.”
Aiunuvoronda bu kez gülümsemeyi bırakarak kadehini boşluğa atacaktır.
“Seni… Boşuna nefesini tüketme Talanta, barış sözleri ile geldiysen… Daha kendini bile göstermedin.”
Bu sefer aşk tanrıçasının heykelinin kaidesine yan uzanmış ile pervazlara ayaklarını koymuş siyahlar içinde bir adam kadehini krala kaldırmaktadır. Önce içecek gibi yapacaktır, ancak O da tıpkı kral gibi yapacaktır, boşluğa fırlatır kadehi. Birkaç damla parmaklarına bulaşmıştır diliyle bunları temizler. Şarabın tadını hatırlamak istercesine, yüzünü buruşturmuştur ki bunun sebebi kral olmalıdır.
”Daha fazla kan istiyorsun.” derken son damlaları da yalayıp bitirmiştir.
“O sevgili elflerine sakla bu sözleri!”
“Majeste” derken ayağa kalkan bıyıkları ve sakallarını sıvazlayan melek saygısız tavırlarını sürdürüp, buna sonuna kadar devam edeceğini bildirmektedir:
”Bilmelisiniz, elfler de yeterince inatçı.”
“Sanki bilmediğim bir şey söyledi şimdi bu!” kral küskün biri gibi bu sefer pervazlara dirseklerini dayayarak söze devam eder:
“Şu ilahiyi dinlemek istiyorum şimdi, senin için söyleneni. Talanta, ha!”
“Evet Talanta, majeste. Dinleyin zevkle sonuna kadar hiç konuşmayacağım.”
…
“Ve Onun adı düşen Talanta”
“Tanrıların oyunu Talanta”
“Sonunda aşk tanrıçalarından birinin elini tutacak”
“Talanta, sevginin adı olacak.”
İlahinin son dörtlüğü ile kral etrafına bakınacaktı. Merak ediyordu, neden elflerle barış yapmasını istiyordu ki son dörtlüğü düşündü.
“Sen bir hayalperestsin Talanta.”
Tapınaktan yayılan sesler gecenin içindeki, başka melekler için şarkılar söylüyordu artık. Yine balkonda Talanta’yı ilk gördüğü yerde görecekti Aiunu. Aşk tanrıçası heykelinin kaidesine uzanmış, zarif eline elini uzatmaya çalışırken, görünmez olacaktı melek. Rüzgâr yeniden sert esmeye başlayacaktı. Bu meleğin tarzı bu olmalıydı.
Kral her şeyi bilemeyeceğini düşünecekti ki barışın ne demek olacağını düşünmeye hep fırsatı olmuştu. Hala bilemiyordu oysa ki! Morwen’in laneti meleklerin veya kralların üstünde bir şeydi belli ki.
VIII. Bölüm Sonu
------------------------------------------
-Bölüm IX-
Aryante’nin Günü
“Artık bu kadar yeter seni, seni…”
“Haydi, durma konuş Aryante! Ben kimim?”
“Seni hain, onlara bilerek yardım etmedin, lordumu da muhtemelen ölüme gönderdin.”
Acı ölümleri dakikalar içinde ardı ardına gelen iki yaralı muhafızın, acı acı iniltileri hala kulaklarda iken, iki yanında dışarıdan gelen ikisi ve Aryante gelebilecek bir büyüden biraz çekinerek, Druid’in üstüne ilerlemeye başlamıştır. Kılıçlar çekilmiş, yüzlerde ölüm vardır.
“Saatlerdir dönmedi Paleadon, şimdi söylemek istediğin büyülü bir söz yoksa Druid, ölüm konuşacak…”
Druid, biraz daha sabır etmekten yanadır, mağarada başka kimsenin o gün için ölümle karşılaşmasını istemediğinden, büyülü sözleri söyler:
“Fısıltılar, söyle bize, resmet bize Paleadon nerede.”
Yaşlı kadın başarmıştır. Paleadon’u son gördükleri duvarda bir ışık oyunu; mağaradaki alevlerin renginde bir insan ve küçücük bir canlıyı göstermektedir. Konuşurlar:
”Peri beni oyalama ne istiyorsun, çoktan çıkışa gelmiş olmalıydık.” diyen lordunu tanır Aryante, hepsinin dili tutulmuştur, alev ışıklarında görülenler konuşmayı sürdürür:
“Şimdi bana kızmayın lordum. Gelin gölün kenarına götüreyim sizi. Yoksa burada donup öleceksiniz.”
Kendi etrafında döner Paleadon:
“Haydi, o zaman yolu, öhhö…”
“Evet, hemen takip edin lordum. Karanlıkta kaybolmak istemeyiz dimi? Yolu biliyorum ben lordum.”
Sonra görüntüler yitip gider, alevler ateşlere geri döner.
Aryante, Druid’e gözünün ucu ile şüphe içinde bakar:
“Bu nasıl bir oyun büyücü, şimdi söyleyeceksin.”
Resim: browse.deviantart.com/#/d2nctfl by faraday-of-skarabost.deviantart.com/
---------------------------------------
Druid, Aryante’nin aklının karışmasına biraz sevinmiş ancak gördüklerinden son derece rahatsız olmuştur:
“Bu, bu Farie. Morwen bunun kadar meraklı bunun kadar dünyayı merak eden bir başka peri görmemiştir.”
“Ne perisi ne merakı saçma sapan konuşma kadın.” demekten kendini alamaz muhafızlardan biri. Aryante tek söz söylememiş, şüpheli bakışlarını Druid’ten ayırmamıştır.
“Gidin ve bu periyi oyalayacak kitabı bulun.”
Az önce konuşan muhafız iyice sinirlenmiş: “Sen aklını kaçırmışsın, bize olmayan saçmalıkları gösterip lordumuzdan ayrı koymak istiyorsun, ben şimdi sana söyleti…”
Sözünü kesen Aryante, yönetimin kendisinde olduğunu anlatırcasına:
“Lordun emir subayı benim ve kimin yaşayacağına bu durumda ben karar vereceğim.”
Muhafız komutanına dönerek:
”Tüm saygımla efendim, bu yaşlı büyücü bizi kandırıyor. Orada yatan iki can yoldaşımıza bir bakın.”
Aklın galip gelmesi gerektiğini sezmişti Aryante:
“Onlar zaten ölmek üzereydi, kayıp için üzgünüm. Eğer bu kadın doğruyu söylüyorsa en azından lordu kurtarmanın yolundan bahsedecektir.”
Muhafız kılıcını diğerleri gibi kına sokacak ve Druid ile komutanının arasından çekilecektir.
Aryante, sanki içinde kopan fırtınalara, bir dur demesi gerektiğini anlamış bu kötü durumdan kurtulmak için, yine umut ile çaba harcamayı seçmiştir.
“Birkaç saat önce benim gibilere ihtiyaç olduğunu söylemiştin. Umut ile savaştığımı. Bizler için, lordum için umut verecek misin Druid?”
Yaşlı kadın, bu kez gülümseyerek:
“İşte, ismi Farie, yer altı gölünde başka peri kalmamış olmalı, sadece bir tahmin. Bildiğim bundan ibaret.”
--------------------------------------------
“Toparlanın, ölüleri atlara yerleştirin ve kendinizi geri dönüşe hazırlayın.” Subaylarının ani kararı ile söyleyecek söz bulamamıştı muhafızlar.
Hışımla kendilerini dışarı atıp, diğerlerinden ölülerini taşımak için yardım isteyeceklerdi. İşte ikisi yalnız kalmıştı. Druid nefesini daha fazla harcamak istemiyordu. Aryante de farklı hissetmiyordu. Birbirlerine baktılar, genç kadının mavi gözlerinde en küçük duygu kırıntısı yok gibiydi. Her şey olması gerektiği gibiydi, acımasız.
Adamları geri gelip ölüleri aldılar. Şimdi sıra, mağaranın dışındaki dünya ile uğraşmakta idi. Son kez geriye bakan Aryante mağaranın içinde yanan ateşlerin oynadığı gölge oyunlarından başkasını göremeyecekti. Hafif bir yağmur başlamıştı. At bindiler.
Uyanık olmalıydılar tehlike her yerdeydi, Morwen’in ormanlarında hayatta kalmak zordu. Komuta elinde olan öndeki ikiliyi oluşturanlardan biriydi. Diğerleri önce isteksiz hareketlerle ve sonra mecburiyetlerle takibe katılacaktı.
“Haydi, hızlanın bu hız ile lordun sonunu hazırlarsınız ancak!” Aryante soğukkanlılığını korusa da şartlar ağırlaşmaya başlamıştı. Savaşlarda bu gibi durumlara düştüğü olmuştu. Emrindeki kişilere cesaret ve korku vermeyi iyi bilirdi. Savaş miğferleri takıldığında mavi gözleri ile tam bir dünya dışı yaratıktı. Yağmur ile parıldayan miğferler, zırhlar ve kılıçların ay ışığını yansıtması ile bu savaşçılar kutsal varlıklar gibiydi şimdi. Ancak orman ilerleyenlere kutsal olanlara karışan yabancılar muamelesi yapıyordu her seferinde.
“Aryante’nin adıyla!” diyerek muhafız birliği iki kol olarak at sürecekti. Gri, siyah, mor ve gümüş ormandaki, gözlere hayranlık ve nefret vererek, lordları yanlarında değil iken, evlerine gitmek için ilerleyeceklerdi.
-------------------------------------------------
“Şimdiye kadar akıllanmış olmalıydım.” dağılan eşyaları ümitsiz biçimde toplama çabasına giren Druid tekrarlayacaktı:
“Şimdiye kadar akıllanmış olmalıydım.”
Başını iki yana sallayarak gözü az önce mağaranın bir köşesinde canını verenlerin kanlarına takılacaktı ki kendi kendine konuşmayı sürdürecekti:
“Paleadon veya başkası bunca hakareti işitmem için yeterince değerli mi? Peh sanki Morwen’i kendileri yaratmış! Peh bir çalımlar, kılıçlarla tehditler. Yazık ölenleri buraya sürükleyen lord dedikleri adama ne kadar da bağlılar. Yazık.”
Şimdi kendini de sorgulamaktadır. Paleadon gerçekten yardımı hak eden biri midir? Etrafa saldırıp duran biri midir? Yoksa? Kim bilir güçlü olmayı bilen biri mi? Druid’in kendine itimadı hep olmuştur ama Morwen… Evet, Morwen sizi karanlıklar içinde kendi etrafınızda dönüp kim olduğunuzu nerede durduğunuzu sorgulatacak bir dünyadır.
“Ben gerekeni yaptım.”
-----------------------------------------------
Tam bunu söylediğinde ormanın derinliklerinden boru sesleri duyulur. Hep bir ağızdan, konuşabilenler şu kelimeyi tekrarlar: “Centaurlar!”
Muhafız birliği gereğinden fazla oyalandığı mağarada dikkat çekmeyi bilmişti. İşte amansız düşmanlardan bir grup centaur toplanmayı başarmıştı ve belli ki diğerlerini yardıma çağırıyorlardı.
Aryante ve yanındaki, hızlanmak için bundan daha kesin bir uyarı alamazdı, diğerleri eşlik etti. Aryante’nin işareti ile ölülerin atları sahipleri ile sonsuzluğa uğurlandı. Yedi kişiydiler. Şimdi en önde tek başınaydı Aryante. Ve aynı işaret ile ikili kolun biri kılıç taşımayı sürdürürken diğerleri arbaletlerini kullanacaktı. İlk atışlar sonucu acı haykırışlar ormanı bir kez daha ayağa kaldıracaktı.
Boru sesleri giderek çoğalacaktı. Dakikalarca kendilerini korumanın garip hazzı ile ilerlediler. İşte beklenen olacaktı. Ay ışığında iki centaur, boynuzları, sivri kulakları ve atletik vücutlarında taşıdıkları zırhları ile en iri insanları gölgede bırakacak haşmetleri ile yollarının tam üstünde duracaktı.
Aryante kaçamak bir cevap verip, grubunu riske atmamayı seçecek, kayaların ayırdığı paralel bir patikayı seçecekti. Lanetleme sözleri:
“Sizi buradan temizleyeceğiz!”
“Biz kazanacağız, bu krallıkta yeriniz yok!”
“Sizin de Morwen ormanlarında yeriniz yok.”
Atların hızına yetişmeleri mümkün değildi ki, yolları zaten ayrılmıştı. Nefes nefese kalan iki centaur ki bunlardan biri lider olabilirdi, sonunda takipten vazgeçecekti.
Genç komutan Aryante, ardına bir nefretle bakacaktı ki. Ölülerini bile gömemedikleri için, lordları kayıplara karıştığı için bu ormanı asla affetmemek üzere yemin etmiş gibi bir bakıştı bu. Sonunda güvenli evlerinin sınırlarına gireceklerdi ki gün Aryante’nindi.
IX. Bölüm Sonu
----------------------------------------------
Ejderha efendisi Fenume'ın diyarında dolaşıp Urulooke'den duyduğu bir öyküyü anlatıp duran bir ozan vardır. Ejderha dilinde ne denir buna bilmiyoruz ama öykünün geri kalanını ondan duymak için beklemek gerekecektir besbelli. Ay ile Güneşin Buluşması şimdiye kadar ozanın anlattığı kadarı ile...
Resim: tanathe.deviantart.com/art/friendly-wisp-251263115 by tanathe.deviantart.com/
-Bölüm X-
Kralın Tanrılarla İşleri
Birileri tanrılar gülüyor demekte, birileri hiç gülmezler, kimi ise hep ağlıyorlar… Kimisi hiçbir şey yapmadıklarını, kimi senin benim gibi aramızda dolaştıklarını, yok o da değil tüm olanın onlardan geldiğini söylemekte. Tanrıları ile başı dertte olan Nertetulwe kralı, rahat bir uyku uyuyabilir miyim diye düşünmekten uzun zaman önce vazgeçmişti.
Aiunuvoronda, rüzgârla kayıplara karışan meleğin; Talanta’nın ardından etrafını bir komplonun sarıp sarmadığını düşünmeden edemiyordu. Onun gibi meleklerin bile etrafta elflerle barıştan söz ettiği bir dünya düşünmek imkânsızdı kral için. Ve Güneydeki vassallarının toplantısı dikkatini elbette çekecekti. Ama onlara müdahale etmemeyi seçmişti öyle ki akıllarında ne olduğunu gerçekten öğrenmek istiyordu. Nertetulwe bir iç savaş görecek miydi?
Hepsini geride bırakmak için, hafifleyen ve yerini gecenin hafif dokunuşuna bırakan rüzgârla uçuşan yatağın beyaz, kahverengi perdelerine sürünerek kendini sırt üstü uzanmaya bıraktı. Buz gibi çarşaflar, rahat kuştüyü yastık, üstünü örttükleri ile konuştu:
“Tekrar uyuyabilir miyim? Bana uykunun yettiğini düşünmüştüm. Bu kez farklı oldu tekrar uyuyabilir miyim?”
Sanki bir yanıt bekleyecek hali vardı. Elbette bu kez uyumasına izin vardı, tüm ihanet şüphelerinin, tüm nefretin, her bir ırktan, türden yaşayanların bu dünyada onu sevmemesinin ağırlığının, bir süreliğine, az önce kendisi ve Talanta tarafından aşağıya atılan kadehler gibi kaybolup gittiğini düşünmek istiyordu bu kez. Bu, uyku için belki de son fırsattı. Gözleri kapattı. Onu tanrıların kandırmasına izin verebilirdi ancak ve rüyalarında onlarla konuşabilmeyi bile ummak. İşte gözler kapandı. Kapattı gözlerini kral olan, tüm ülkesini geride bırakıp gözlerini kapattı, rüyalar âlemine.
Resim: nechnechmo.deviantart.com/art/Elven-King-II-346930165 by nechnechmo.deviantart.com/
--------------------------------------
Karanlık, öyle ki uyanmak imkânsız… Bilinç teslim olmuş, sadece derinlerdekilerle uğraşan rüyalar. Temellere inen, sahibini sarsan, derinlerde taşları oynatmaya çalışan rüyalar. Tanrıların oyunu olmalılar.
İşte Aiunuvoronda, uzun zamandır izin vermediği rüyalara, bu kez bir oyun oynama niyeti ile açık kapı bırakacaktı. Oyun basitti, şimdiye kadar topladıklarından temelleri sağlam olanları ve olmayanları ayıklamak ve her şey yıkılmadan oradan çıkmak. Bunu başarabilirse, Talanta gibi meleklerle daha güçlü olarak konuşabilirdi. Bu sağlam duranların dünyası idi, herkesi kendi etrafında dönmeye zorlasa da kral olanın bunu başka yollarla çözmesi şarttı. Yoksa yoksa belki de bir şey olmazdı, belki tahtını korurdu kral, Morwen’in karanlıklarında kendi etrafında dönenlere katılırdı.
Rüyaları ona soru sorma hakkı tanıyabilirdi. Basit çocukça sorular bile. En karmaşık olanları bile. Cevaplar belki onlarca soru sonra verilir belki hemen, ya da sadece uçuşan kelimeler olarak yok olup giderdi.
Yalan söylemeyi de çok severdi temellerdeki zorlu taşlar, işlenmesi imkânsız dediklerin bekli de bir anda önünden çekilirdi, tüm üst yapıyı sarsacak kadar derinlerdeki yalanlar belki de reddedilirdi.
Her şey karma karışık, olacaktı elbette. Oynayıp durmayan bir temel taş bulunabilir miydi? Bu korku verici bir oyundu. Ve kral bu oyunu oynamaktan uzun yıllar sakınmıştı. Zamanıydı, hafif rüzgârda buz gibi yatağında ve o bir kral iken, gözler kapatılıp karanlık ile yola çıkılmış iken.
---------------------------------------------
İşte temel rengi verecekti en başta rüya, turuncunun bin bir tonu. Onu ayıkladı Aiunuvoronda ki annesinin sesi ile ayıkladı onu. O temel taşlardan biriydi, annesinin sesi. Annesinin sesi, rüzgârların sesine karışırken her yerde sarı, turuncu, kırmızı yaprakların uçuştuğu ülkesinin topraklarının kokusunu alırken aklında yer eden ikinci temeli anlayacaktı; yurdu. Gökyüzünü aradığında uçuşan yaprakların arasında atasının rengi olan maviye bir bakış atacaktı ki, o da temeldi.
Rüya sürüklemeye devam etmeden sorularını sordu:
“Atamın topraklarında annemi katledenler kim? Sarı, turuncu… Sarı, turuncu, kırmızı yapraklar… Yapraklar… Kimlerin, kim… Hançer?”
Tek bir cevap gelmemişti. Sadece şüphelerin ve yalanların konuşmaması belki de iyi bir işaretti. Belki de hiç iyi değildi, belki asla çözemeyecekti.
Rüzgâr şiddetini arttırdı, annesinin sesi duyulmaz oldu, yurt toprağı ve gökyüzü her yer o renkteki yapraklarla kapandı. Gözünü önüne kırmızısından bir grup yaprak yapışıverdi.
Kral bu sırada yatağında acılar içinde kıvranıyor gibiydi, ancak tek kelime dudaklarından dökülmeyecekti. Oyunu kuralına göre sürdürecekti ki diğer rüyayı bekleyecekti. Belki hiç gelmeyecek rüyayı.
-----------------------------------------------
Kırmızı rengi kaldırıp, dünyanın diğer renklerini tekrar görmeyi öylesine istiyordu ki bunu söylemek hata olur muydu acaba? İstedikleri olur muydu? Bir çocuk gibi mi sormalıydı?
“Kırmızı benim mi? Sadece benim, sadece bu renk mi?”
Bu sefer cevap veren biri olacaktı. Elleri ile kırmızı yaprakları etrafından uzaklaştırmaya çalışan bir çocuktu şimdi, kendini izleyen bir tanrı ona acımış olmalıydı.
“Sadece istediğinde çocuk, gel Morwen üstünde yaşayanlara beraber bakalım.”
Sonunda yapraklar önce uzaklardan gelen yeni meltemler ile etrafından dağılacak ve renkleri toprağa karışacaktı. Çocuk gözlerini ovuşturup açtığında, komik bir gülümseme ile ona yukarıdan bakan saçları gri, bıyık ve sakalları birbirine karışmış, yeşil gözlü bir yaşlı adamla karşılaşacaktı. Cevabı duymuştu elbette, bir soru daha sormanın zamanıydı:
“Sen kimsin?”
“Etrafına bak benim parçalarım onlar, sen de, iyi bak kral!”
Çocuk korkmuştu öyle ki birden ortadan kaybolacak şekilde koşmaya başladı. Bu sefer bu yaşlı adamın yanında ilk gençlik zamanlarında kral dikiliyordu.
“Gel genç kral beraber dolaşalım, gel Morwen üstünde yaşayanlara beraber bakalım.”
Kral tekrar sormamak için kendini tutmak istiyordu. Ama sordu:
“Sen kimsin?”
“Şimdiye kadar öğrenmiş olmalıydın, iyi bak kral!”
Genç, aldırmadan onun yanından ayrılacaktı. Bu sefer yirmili yaşların en başındaki hali ile zırhlar içinde kral yaşlı adamın yanında yerini almıştı.
“Gel genç, gel kral, gel beraber Morwen üstünde yaşayanlara beraber bakalım.”
Kral bu sefer cevabı kendisi verdi, yirmili yaşlarının en başındaki hali ile:
“Sen Yaşam Tanrısı’sın.”
“Şimdi biliyorsun, kırmızı, sarı, turuncu yaprakları tek başıma ben getirmedim, ellerine bir bak.”
“Peki, kim getirdi bunu bizim topraklarımıza?”
“Ellerine bak, yaşayanların ellerine.”
Şimdi bu rüya da sona ererken, kral yatağında ellerini silmeye çalışır gibi çarşaflara sürüyordu. En kötüsünden bir temel taşı bulmuş gibiydi.
---------------------------------------------
Arada onlarca rüya görecekti, kiminde sorular soracaktı, öylesine anlamsız, öylesine anlamlı sorular. Öylesine anlamlı anlamsız cevaplar, cevapsızlıklar, koşuşturup duran simgeler, nesneler…
Sonunda kendini gün ışığında sınır boylarında dolaşırken görecekti. Atını muhafız birliğinden uzaklaşmak istercesine şevkle hızlandırırken… Ve atın onu götürdüğü yeri soracaktı bu sefer rüyaya:
“Nereye gidelim?”
“Gün Işığı Tanrısı’nın elf diyarına.”
“Demek onların da böyle bir tanrısı var?”
“Onlar senin gibi değil yaşamları farklı, ışıkları görüşleri farklı, tek ortak yanınız aynı zaman diliminde hepinizin akılsızlar gibi davranmanız.”
Rüyanın yanıtları kesindi. Ve atı onu doğruca elf krallarından birinin önüne sürükleyecekti. Belki aynı anda rüyada olanlardan birinin karşısına… Sonbahar çiçek ve yaprakları ile süslü tacı, uzun sarı, kahverengi saçları, ince çenesi ve büyülü hüzün dolu gözleri ile Morwen’in adını verenlerden biri olabileceğini düşündüren duruşu ile bir elf kralı, şimdi Kral Aiunuvoronda ile konuşacak mıydı, çarpışacak mıydı?
“Gün Işığı Tanrısı” dedi elf.
“Bizim için de onun adı bu.” Diye yanıtlarken bu tanrıya elfçe ne denildiğini merak etmiyor değildi.
“Size neyi ifade ediyor?”
“Morwen’de uzak olduğum şeyleri, ya size?” derken elf kralının uzaklaşmak için atını hareketlendirdiğini fark eder.
“Hey, ben söyledim sıra sende, bilmeliyim.”
“Biz bu dünya ile bağlıyız. Onunla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini ifade ediyor Gün ışığı Tanrısı.”
“Onunla yaşamak mı, her gün birbirimizi öldürüyoruz!”
“Ellerini temizle o zaman.”
Ve birden yine o yapraklar etrafını saracaktır, rüzgârda uçuşan beyaz saçları gözüne gelecek ve tam bir karanlık. Kral sonunda uyanacaktır. Neler hatırlardı ki kim bilir? Bu da tanrılarla oynanan rüya oyununun zorluğu idi. Tanrılarla daha çok işi olacaktır, ama bu gece daha fazla rüya için istek duymayacaktır. Belli ki hatırladıkları vardır.
X. Bölüm Sonu
--------------------------------------------------------
Ejderha efendisi Fenume'ın diyarında dolaşıp Urulooke'den duyduğu bir öyküyü anlatıp duran bir ozan vardır. Ejderha dilinde ne denir buna bilmiyoruz ama öykünün geri kalanını ondan duymak için beklemek gerekecektir besbelli. Ay ile Güneşin Buluşması şimdiye kadar ozanın anlattığı kadarı ile...
Resim: tanathe.deviantart.com/art/friendly-wisp-251263115 by tanathe.deviantart.com/
----------------------------------------------------
-Bölüm XI-
Gizli Anlaşmalar
Gelen haberlere göre konuklar gecikecekti. Bu gece bekleniyorlardı ancak yollarda yaşadıkları sorunların haberleri, büyücü adaylarınca duyurulmuş, dilden dile dolaşıyordu. Bu buluşmayı önleyecek asıl sorun ise henüz açığa çıkmamıştı. Ev sahibi kayıptı. Kim ile anlaşmalar yapılacaktı?
“Demek O’nu orada bıraktınız Aryante, nasıl oldu, ne yapacağız?” on kişi gidip yedi kişi, babası hariç olmak üzere döndükten sonra genç efendi Arcanian’ın Aryante’ye sorusu.
Sadece ikisinin duyacağı, kabul salonlarından en iyi sesi gizleyenlerden birinde bir konuşma:
“Lordumuz yaşıyor, sadece büyük bir tehlike, bir büyücülük marifeti ile karşı karşıya. Hepsini anlatacağım.” dedikten sonra Aryante, heyecan ile devam edecekti:
“Druid’in mağarasına gitmiştik…” hikâyenin sonunda Arcanian’ın gözlerinde Paleadon’un sorunları çözmedeki kararlılığını arayan Aryante soracaktı:
“Bizden ne kitabı istedi anlayabildiniz mi, genç efendi Arcanian?”
Sessizce her şeyi dinleyen genç efendi Arcanian gitmeleri gereken yeri iyi biliyordu. Malikânenin kütüphanesine girdiklerinde onları şaşırtan bir manzara ile karşılaşacaklardı. Silmolin şömine başındaki koltuklardan birinde uykudaydı, bir şeyler mırıldanıyordu ama uyuduğuna emindiler. Yüzü raflardan bir bölümüne dönük iken, o raflardan sarının bin bir tonunda ışık oyunları etrafa yayılıyordu.
“Büyü” diyebildi Aryante.
Resim: browse.deviantart.com/#/dttkb1 by wickeddesktop.deviantart.com/
----------------------------------------------------
Druid’in istediği kitap tüm krallıkta sadece tek bir yerde olabilirdi. Bu yüzden Arcanian etrafa söz yaymamaya kararlıydı.
“İşte Aryante, büyülü kütüphanemize hoş geldin. Şimdi hikâyeni mırıldanabilirsin belki bir faydası olur.” derken genç efendi, Silmolin de dışarıdan gelen soğuktan ve konuşmalardan uyanacaktı. Kendini toplayıp, gelenlere saygısını gösterecekti ki Aryante hikâyeyi anlatmadan önce elfi süzerek:
“Demek uyandın Silmolin. Gözlerimize inanmakta zorlandık, büyü işleri ile mi uğraşıyorsun?”
Silmolin biraz şaşkın:
“Efendim, sanırım bazı sesler duyuyorum, rüyalar, hayaller ve bu kütüphanede, buraya ait olan kitaplardan olmalı, siz nereden bildiniz.”
Aryante cevap verecekti ki daha fazla uzatmadı. Arcanian elfin kalmasını istedi:
“Sen de dinleyeceksin hikâyeyi Silmolin.”
Aryante, az önceki manzarayı görmemiş olsa bunu asla yapmazdı. Kendini bir aptal gibi hissedebilirdi çünkü. Ama şimdi raflardaki kitaplara bir hikâye anlatacaktı. Yardım isteyecekti. Söze başladı:
“Bilmiyorum ne kadar doğru anlatacağım ama bir peri ile başımız dertte, kütüph…” iki üç kere takılıp sonunda hitap edeceğine hitap edecekti: “Kütüpha… Kütüphane.”
Hepsi bir şey olması için öylece bekliyordu. Tek bir ses vardı o da şömineden gelen çıtırtılar. Odanın içinde dolaşıp tüm hikâyeyi anlatacaktı Aryante. Tek söz, tek ışık oyunu yoktu.
Aryante: “Boşa zaman kaybediyoruz.”
Arcanian: ”Öyle mi dersin komutan.”
---------------------------------------------------
O anda odanın uzak bir köşesinde, pencerelere en yakın raflardan bir ses duyuldu. Yere düşen bir şeyin gürültüsüydü. İlgiyle o yöne bakacaklardı:
“Bu kadar kolay olamaz.” dedi Silmolin ki hepsinin aklındakini dile getirecekti.
Hızlı adımlarla efendi Arcanian düşen kitabı almaya gitti. Bunu bizzat yapmak istiyordu, en önce kendisi bilmek istiyordu. Kitabın mavi cildi eskimiş, ön kapağında yazan zorlukla okunabiliyordu. Elf dillerinde eğitim alan genç efendi, diğerlerinin duyabileceği şekilde sesli okuyacaktı:
“Gizli anlaşmalar.”
Sayfaları çevirmeye başladığında diğer ikisi yanına yaklaşmıştı bile. İki tarafında yerlerini alıp kitabı incelemek istiyorlardı.
Aryante: “Elfler ile anlaşmalar, ama anlayabiliyor musunuz Efendi Arcanian, Silmolin?”
Arcanian telaşla sayfaları karıştırıyordu. Silmolin ise görebildiklerinden bir şeyler çıkartmaya. Söze Silmolin girdi:
“Bu krallıkta bunu okuyacak kimse olamaz. Bu krallık daha ortada yok iken yazılmaya başladığına eminim. Bizimle ilgili anlaşmalar varsa bile aynı eski elf dilinde şifreli yazılmış olmalı.”
Arcanian ümitsiz: “Hem kadim bir dil, hem de şifreli olmalı yani.”
Aryante daha bir ümitsiz: ”Kütüphane bize ancak bu kadar mı yardımcı olacak, bizim için bir şeyler yapmalı.”
Genç efendi, kitabın sonlarında boş sayfalar olduğunu fark edecekti ki bu da hala yapılacak anlaşmalar olabilir demek olabilir miydi?
“Şu boş sayfalara bakın. Bu yazılar büyü veya hangi marifet ile yazıldıysa hala yazabilecekler olmalı.”
Hep bir ağızdan: “Elf krallıkları.”
--------------------------------------------------
Arcanian yıkılmış gibiydi. Silmolin aklından geçeni az sonra söyleyecekti. Aryante ise garip duygular içinde lorduna bağlılığını düşünüyordu. Arcanian kitabı, yazılı kısımlar açık olacak şekilde en yakındaki masaya bırakacaktı.
Öylece bekliyorlardı, bir yardım eli. Ve Silmolin sonunda konuştu:
“Elf krallıklarına gidebilirim.”
Aryante başını iki yana sallayarak: ”Bu günler sürecektir, bu sürede Lord Paleadon, şey…”
Genç efendi, masaya iki elini dayayıp kitaba bakarak: “Ölmüş olur.”
Şimdi yine şöminenin sesinden başka bir ses kalmamıştır. Belli ki Paleadon devri kapanmakta Arcanian’ın dönemi başlamaktadır. Hala küçücük bir ümit için oradan ayrılmamakta kararlıdırlar. Hepsi bir köşede gecenin ilerlemesine izin verecek, düşüncelere gömülecektir.
Sonunda Arcanian’ın dikkatini bir şey çekecektir: “Kitabın adı: Okuyabildim. Gizli anlaşmalar, elfler ile size bir şey ifade ediyor mu?”
“Kimler hangi insanlar, hangi krallıklar, hangi büyülü varlıklar? Kim bilebilir elf diyarındakiler dışında efendim.” Silmolin üzgün yanıtlamıştır.
Aryante, Kütüphane ile konuşmaya karar verir:
”Bir anlaşma yapmak istiyorum. Gizli bir anlaşma, üçümüz ve senin aramızda Kütüphane!”
Sanki bunu bekleyen tüm oda şöminenin alevinin rengine bürünecektir şimdi. Ve bir kadın sesi duyulacaktır:
“Gizli olsun o zaman!”
Kulaklarına inanamazlar ama gördüklerine inanırlar. Gizli anlaşmalar kitabının sayfaları bir anda kendi kendine karıştırılarak boş olanlar açık olacak hale gelecektir. Gözünü kitaptan bir an ayırmayan Arcanian bunu fark edip diğerlerine de söyleyecektir elbette. Üçü de kitabın başında toplanırlar. Şöminenin alevlerinin renginde yazılar belirir boş sayfalarda ve bu anlayabilecekleri dildedir:
“Paleadon topraklarının temsilcisi Arcanian ve bilmesine izin verdikleri ile ben Kütüphane’nin gizli anlaşmasıdır:
-Elf krallıklarına yolculuk yapılacaktır. İstediğim kadim el yazması kitaplardan hangileri bulunabilirse değerini korumuş en az üç tanesi bana getirilecektir.
*Yaşam Tanrısına Dair
*Gün Işığı Tanrısı Kimdir
*Morwen Adını Verdim
*Elflerin Kadim Krallıkları
*Nertetulwe’den Öncesi
*Kuzey’in Kadim Krallıkları
*Talanta’ya Dair
*Denizlerin Tanrıları
*Aşk Tanrıçası Melesse’nin Sevdiği
Kadim olup da benim kabulüm olabilecek diğer kitaplardan bulabilirseniz antlaşmanın şartı olan üç kitaptan bir tanesi sağlanır. Ancak, kabul edebileceğim kitap Nertetulwe kurulmadan öncesinde kaleme alınmış kadim lisanlarda olmalıdır.
( Liste’nin bir örneği en son sayfaların arasındaki kâğıttadır)
-Bunların karşılığında, perinin ihtiyaç duyduğu kitabı size sağlayacağım. Paleadon’un ölmeyeceği bir büyülü ortamda olduğu bilinmelidir.
-Anlaşmanın bir süresi yoktur ve elbette Arcanian’ın paylaştığı kişiler dışında kimsenin dilinden dökülmemelidir.”
Arcanian diğer ikisine sormadan kitaba imzasını koyacaktır. Ve şömine alevinin renklerindeki harfler, kadim elf lisanlarından olan siyah mürekkepten harflere dönüşecektir.
Renkler kaybolur, alevler eski yerleri olan şömineye dönerler. Kitabın son yaprakları arasındaki listeyi alan Arcanian, sanki bir gün içinde her şey bitecekmiş gibi kitapların isimlerine tekrar tekrar bakacaktır. Aslında gizli anlaşmaya uymazsa ve Lord Paleadon ölürse bu kütüphaneyi zaten ateşe verecektir:
“Söyledikleri doğru olabilir mi? Babam orada ölmez mi?”
Aryante yanıtlar: “Şimdilik buna uymamız gerekir lordum, imzanız…”
“Evet imza, peki bu nasıl olacak yolculuk, nasıl alırız o kitapları, ne yapacağız, kimler bilecek?”
Yine Aryante konuşur: “İyi bir plan yapmalıyız ama burada bu odada değil.”
Etrafa şüpheli gözlerle bakar üçü de ve Kütüphaneyi hızlı adımlarla terk ederler.
XI. Bölüm Sonu
--------------------------------------------------
-Bölüm XII-
Günbatımı Ülkesi
Onca zamandır yüz yüze görüşmeyi gerekli görmediler. Nertetulwe kralı tahta çıktığından bu yana sadece aracılardan birbirlerini bildiler. Savaş meydanında da göremezlerdi birbirlerini çünkü Günbatımı Ülkesi, Batı Krallığı Nuumea’nın kralı ile arasında hep birileri var idi.
Şimdi kral Aiunuvoronda, düşüncesini tanrıların meselelerden yine bu kuzey batı krallığına çevirecekti ki bunun için uğraşan az önceki rüyalardan sonra başka türlü düşünemezdi. Yataktan önce ellerine bakarak kalkacaktı. Kırmızıdan eser yoktu. Ama rüya olduğu yerdeydi; aklının derinliklerinden, şimdi uyanıklığa, bilincin üst katmanlarına ne verdiyse. Yere bastığında bir ses, ezilen sonbaharın sürüklediği bir çınar yaprağına ait. Eğilip, dağılmamış olan büyük bölümüne, göz atacaktı:
“Demek bu bir uyarı olmalı; bu dünyaya bağlılar, onlara hayatı zindana çevirdiğimizden şüphem yok artık. Tıpkı onların bize yaptığı gibi... İşte onları da ellerimin arasında un ufak edeceğim, şu yaprak kadar korkutucusunuz, ancak o kadar.”
Yapraktan geriye bir şey kalmamıştı ki mum ışıklarında ellerine bir daha gözü takıldı:
“Ellerini temizle o zaman.” denildiğine yemin edebilirdi. Ancak kimseciklerin bu kelimeleri seçmesi mümkün değildi. Evet, rüyasında duyduğu bu kelimeleri unutmamıştı. Toparlandı. Ellerine bir daha bakmayacaktı. Kabul salonuna geçecekti. Uygun olanları giydi, rahat olduklarını tercih etmişti, Kraliyetin sütunlarını simgeleyen kol ve yaka işlemeleri olan gömleği ve siyah kadife pantolon, uzun dizlere kadar bir kolsuz, mavi ceket, kraliyetin kralın kendisini temsil eden kubbe motifli mavi yüzük…
Yaklaşan elf elçisine, konuşma izni verecekti. Tahtının önünde belli bir mesafe bırakıp saygısını sunarak selamlar iken; isimleri verecekti:
“Bendeniz Limpenolwe, tam olarak çeviri olmasa da Şarap bilgesi denebilir ama şaraplardan hiç anlamam. Yüce kral Aiunuvoronda’ya saygılarımızı sunarız. Uzun yıllar, babasından sonra bize karşı savaş verene. Kralım beyim Günbatımı, Anduunie ve kraliçemiz Ak hanımım, Ninque’nin sözleri ile karşınızdayım.”
“Devam et bilge adam, bizlere Morwen’in karanlığında hala Güneş’in olup da battığı, Ay’ın olup da ak bir halde bulutlardan sıyrılıp gülümseyebildiği bir diyardan mı haberler getirdin? Yoksa sonbahar yaprakları ile eriyip giden bir yılın daha kışından mı söz edeceksin?”
Limpenolwe bu sefer sıkıntılıdır, sözleri hep savaşı anımsatacaktır; “Sadece, elf krallıkları ile teslim şartlarını görüşmek isteyip istemediğinizi ve bir de teslim olmazsanız bize getireceğiniz bir öneriniz var mı? Bizimkini cevabınıza göre söyleyeceğim.”
Kral hiddetlenmemek için kendini zor tutmaktadır, elfin kendine güveni onu bir kat daha sinirlendirmektedir ancak çok kısa yanıtlar: “Yineliyorum, tazminatlarımız ve ülkeme gönderilen katil casuslar teslim edilmez ise barış olmayacak. Ve ne önerisi tanrılar benimle alay mı ediyor; ne önerisi sayın elçi?”
Elçi beklediği cevabı almış, başını hafifçe yana çevirip saygısız bir gülümseme atmıştır ki kralın karşısında olduğu aklına gelip bunu uzatmamıştır:
“Nertetulwe kralına iyi niyet elçilerini göndermesi için fırsat vermeye karar verilmiştir. Ülkemizde zaman geçirecek büyük bir heyet göndermeniz durumunda karşılık beklemeden onları ağırlayacağız.”
Kral bu adamın dediklerine şaşkınlık ifadesi ile karşılık verecektir: “Çok cömertsiniz, hayret edilecek kadar. Öneriniz değerlendirilecektir. Şimdi ülkemdeki görevinizi yapabilirsiniz. Ancak önceden uyarmalıyım sizi Limpenolwe, herhangi bir casusluk olayında, derhal ülkenizi boylarsınız, kendi kendime bir söz verdim elçi kanı görmek istemiyorum.”
Tahtın bulunduğu dört-beş merdivenlik bölüme kadar yaklaşmış olan elf kimsenin duyamayacağı bir söz eder:
“Gün Işığı Tanrısı size neyi ifade eder?”
Kral, bunu duymazlıktan gelmek ile cevap vermek arasında şüpheye düşer. Rüyadaki konuşmadan olduğuna emindir bu cümlenin. Rüyasını kendinden iyi bilen bir elf! Sadece fısıldar:
“Kelleni korumak istiyorsan geri çekil!”
Limpenolwe, hızlı adımlarla ve kapıya yaklaştıkça artan bir sırıtma ile Nertetulwe kralının huzurundan çekilecektir.
Resim: af-studios.deviantart.com/art/Fire-Within-Me-155600530 by af-studios.deviantart.com/
-------------------------------------------------
“Kesinlikle eminim, büyülerimizi aşmaya çalıştıkları günden beri eminim garip şeyler oluyor bu sarayda. Baksana şu elçinin tavırlarına…” son olarak fısıldananları duymamış olan salondakiler, kralın tepkisini anlamaya çalışırken devam edecekti Aiunuvoronda: “Gece çağırmamış olsam bu adamı elimden bir kaza çıkabilirdi.” Herkes bir kez daha şaşkın birbirine bakmaktadır ki kral salonu terk etmek için yan kapılardan birine yönelir.
“Sonunda yalnızım gece tekrar, tekrar garip rüyalar mı göreceğim?” tek bir yanıt gelmez. Balkonun uçuşan perdelerinde bir ışık; “Elf diyarı.” dilinden dökülen iken. Kendi kendine anlatır kral:
“ Kralın Söylemedikleri
Elf kralının gözlerine bakmamak için çok uğraşacaktım. Beni sözleri ile zaten duygu dünyasının, sorgulamaların ve kadim olanın düşüncelerinin dünyasına sürüklemeyi bilmişti.
Şimdi binlerce, milyonlarca sarı, turuncu, kırmızı yaprağın aramızda bir duvar örmesini isteyebilirdim, istemeliydim.
Oysa O da iyi biliyordu, doğruca gözlerine bakacaktım. Yeşile çalan gri gözlerde, savaştığım değil, yaşadığım dünyanın hüznünü görmek… Evet, söylemişlerdi bu hep böyle olurdu. Senin kadar suçlu olduğunu düşünürsün, belki öyledir de! Heyhat onda kendi dünyanın gözleri vardır. Elf kralına, söylemek istediğin onca nefret kelimesini ertelersin, biraz sonra söylerim, gözlerden ayrıldığımda biraz sonra…
Ve yapraklar etrafı sarıverir… Rüzgârın sesinde ikimizin dedikleri duyulmaz, dünyalarımız bir kez daha ayrılır.
-Bir dahaki sefere söyleyeceğim, onlardan nasıl nefret ettiğimi. “
Tüm bunları işte o tüllerde, perdede görmüştür Nertetulwe kralı. Rüyalar ve hayaller… Gerçekle bağının kopmasına az mı kalmıştır? O heyeti göndermeli midir? Hislerini erteler. O heyetten önce Günbatımı Ülkesi Batı Krallığı Nuumea hakkında bildiklerini düşünecektir.
---------------------------------------------
Ooo güzel elf yurdu
Günbatımı Ülkesi Kuzeyin
Elf tanrılarının son evi
Daha fazla yürümezler Güneye
Bildikleri var elbette, savaşacakları
Kral tam Güneylerinde
Kuzeyin Elf tanrıları ne ister?
Ne ister? Daha fazla toprak
Daha fazla hazine
Bitmek bilmeyen güzellik
Hepsi zaten Günbatımı Ülkesi’nde
Ooo Kuzeyin tanrılarının yurdu
Elflerin ormanlarında dolaşıp duran
Meltemin buz gibi Kuzeyden getirdiği
Sözlerin Sonbaharı dondurduğu
Elf yurdu.
Ooo güzel elf yurdu
Seni hiç sevmedim
Bir an olsun bana güzelliğinden
Sevginden bahsedenlere inanmadım
Beni kandıramazsın tanrıların oyunu elf yurdu
Kendi kendine bunları mırıldanan kral, elinde kırmızı şarap kadehi sofalardan birinde, uçuşan perdelere bakmaktadır. Bu elçi onu etkilemeyi bilmiştir besbelli. Elbette onunla daha çok konuşmalar yapmaya niyetlidir Aiunu. Şimdiye kadar duydukları, elçilerin anlattıkları ile, tüm elf yurtları gözünün önünden geçse de en çok bu Günbatımı Krallığını merak etmiştir. Belki de ona en sıcak davranalar onlar olduğundandır.
Ormanların içinde vadilerde kurulu şehirlerini, buz gibi suların çağlayanlar olup aktığını, mevsimlerin her birini ama en çok sonbaharı yaşadığını bilen Aiunu, içinden geçeni itiraf etmek istememektedir. Kendi kendine söylediği, şiirlere bile bunu yansıtmaktan korkmaktadır. Kim bilir belki bir dinleyen vardır. Ama gönderilecek bir heyet varsa içinde yer almayı, can düşmanlarının o nefret edilesi güzel diyarını yıkılmadan önce görmeyi istediğine kendi bile inanamamaktadır. O evet, orayı yok edecektir, planı budur ve bunun için uzun süre beklemek istememektedir.
“Acaba?” acaba suçsuz olabilir miydiler, diğer krallıklardan olmasın katiller? Niye diğerlerinin yanında savaşa girmişti Günbatımı Ülkesi Batı Krallığı Nuumea. Niye akıllarındaki yıkımdan kurtulamıyorlardı. Güçlüydü Nertetulwe kralı ve bunların önemi tam da bundan geliyordu. Suçsuzları yok etmek istemiyordu. Ama neden savaşıyordu elf krallıkları ile? Ülkesindeki ayaklanmaları kışkırtmış olabilecekleri için mi? Annesinin katli için mi? Savaş meydanlarında yitip gidenler için mi?
“Her ne olursa olsun. Büyük yıkım olacak.”
Şimdi kadehinden büyük bir yudum daha alabilirdi. Perdelere gözü takıldı, ardındakine de. Şu meleği gördüğü yerdeki tanrıça heykeli hayal meyal tüllerin arasından görülüyordu. Tanrıları terk etmeli miydi? Saldırısını yapıp kuzeyindeki Batı Krallığına yürümeli miydi?
“Her ne olursa olsun. Büyük Yıkım olacak.”
Bu kış o heyetin gitmesine izin verecekti. Bu kararı almasında Talanta’nın sözlerinin, rüyaların ve belki de bazı vassallarının düşüncelerinin etkisi olabilirdi. Ancak asıl sebebi nefret ettiklerinden bir şeyler duyma zorunluluğu idi. Onlar nefret edilmeye değer miydi?
“Her ne olursa olsun. Büyük yıkım olacak.”
Kadehtekileri tüketmişti.
--------------------------------------------------------
“Haber salmalı, yolculuk yapacaklar belirlenmeli. Dokuz sütundan dokuz temsilci. Krallık merkezinden en az beş kişi. Bunu yazdıracağım. Bunu isteyeceğim. Bundan nefret edeceğim. Ve bunun sonuçlarını görüp, dinleyeceğim.”
Kâğıda dökülmekte olan mürekkep noktanın gereğinden büyük olmasına sebep olmuş iken rüzgârın hareketlenmesi ile uzak köşedeki masada bir şey bırakmamak gerekecekti.
“İşte yine o melek! Olabilir mi? Teslim olduğumu mu düşünüyor bunlar? Talanta sevdiğinin peşinden git. Benim ve krallığımdakiler için yapabileceğin en iyi şey bu olacaktır.”
Balkondan önce bir ses gelmez, rüzgâr hafiflerken:
“En doğru karar majeste, savaş meydanları ve resmi elçilerin kısıtlı gördükleri dışında size bir şeyler…”
Sözünü kesen Aiunu “Bir şeyler sunacaklar mı dersin Talanta?”
Ses biraz daha yakından gelmektedir. Tüllerde siyah siluetini görebiliyordu kral şimdi. Devam etti melek: “Her bir sanat eseri, bir ortak tanrı, görecekleri bir ayrıntı ya da dinledikleri müziği anlatacaklar, size.”
“Ve ben onları yok etmeliyim.”
“Niye?”
“Yeterince konuştuk, bu heyeti barış için göndermiyorum. Sadece…”
“Evet, kral sadece, onları yok etmeden önce tanımak istiyor, geleceğe notlar bırakmak amacını güdüyorsun.”
Kral bu kez bağırarak: “Hey Talanta biz onlardan istemeyi çoktan bıraktık, kendileri sundular.”
“Aiunuvoronda bu son görüşmemiz olmayacak. Bu gecelik sözlerimi tükettim.”
Talanta, yine hızlanan rüzgâr ile siluetini tüllerden uzaklaştıracaktı, görünürden kaybolacaktı.
XII. Bölüm Sonu
---------------------------------------------------
-Bölüm XIII-
Doğunun Ülkesi
“Sevgili kardeşim Anduunie, Günbatımı Ülkesi Kralı, kalbinde acıma duyguları, kim bilir belki de korkuyu barındırıyor olmayasın? Eskiden beri böyleydin, hep Nertetulwe’ye biraz daha yakın, öncesini bildiğin her şeye biraz daha yakın. Hiç sevmediğimi yaşatabilecek olan senin bu duyguların.”
“Ve şimdi krallığının kapılarını onlara açıyorsun kardeşim, sanki onların bir önemi varmış gibi. Sanki tanrılardan bunu isteyenler varmış, bin yıllardır yaşayanlar kulağına bunu fısıldamış gibi. Beni affet kardeşim, benim sana duyduğum sevgi hiç bitmeyecek olsa da yaptığının yanlış olduğunu söylemek görevim. Nertetulwe ile ilgini sınırlı tutmalısın, bahar geldiğinde hazırlıklı olmalısın çünkü onlar hazır olacaklar. “
“Roona, Doğunun Ülkesi Hanımı Quendelie”
Aralarındaki ülkeleri aşan mesajlardan biri daha, ağırlığına rağmen ulaklarca taşınacak ve elf diyarlarını yönetenler tarafından okunacaktı. Tüm bu sözlerin kaleme alındığı Doğunun Ülkesi Roona’da yaşam hiç kolay olmamıştı ki duygular hep ağır yüklerdi. Ülkeyi yöneten elf hanımı asla Nertetulwe’den ne bir elçi kabul ederdi, ne de kendisi orada bulundururdu. Savaşlar yaşamı gibi görünürdü. Oysa ilgilendiği onca şey vardı. Heyhat bu ilgiler, onun Nertetulwe nefretini hafifletecek gibi değildi. O sabah ziyaret edeceği tapınaklar olacaktı.
İnsanların dünyasından gelen bir yeni merak etrafı saracaktı ki bu da tapınaklarına bağışlar yapıp savaşlarında yanlarında olmalarını ummak olacaktı. Bu tapınaklardan en nüfuz sahibi olan, elbette Doğu’nun Güneş ile özdeşleştirdiği Gün Işığı Tanrısı için yapılmış olanı idi. Burada yaşardı baba ve kızı, tapınağın kalbinde… El yazmalarını onlar gibi işlemeler gibi yazan görülmemişti ki büyüleri kadim zamanların büyülerinden gelmekteydi. Bilge oldukları için onlara İsqua ve Noola denirdi ve pek çok öğrenci yetiştirmişler ünleri Batı Krallığına kadar yayılmıştı.
İsqua gün doğumunu başkentteki tapınaklarında karşılayan rahiplere, her zaman imrenerek bakardı. Yine öyle olacaktı.
Resim: browse.deviantart.com/#/d4a0hyt by telthona.deviantart.com/
-----------------------------------------------------------
Tapınak kat kat teraslar, pek çok kubbe, salon ve avlulardan oluşur, inanılmaz büyüklükteki üç ağaca sırtını dayardı. Kat kat avluların en aşağısında olan toprak seviyesindekinde, altın yaprakları gün ışığına hasret onlarca laurea adı verilen kadim, kutsal ağaçlar bulunurdu. Yeşilin hala canlılığını koruduğu geniş yapraklı, kısa, sonbaharın etkisinden uzak laiqua ağaçları ve sonbaharın bin bir rengindeki onlarca değişik ağaç bir koro halinde, rüzgâr ile sanki doğacak güne serenat yapmaktaydı.
Rahipler, bir müzik tutturmaya son dakikalar ile başlayacaklardı ki bu müzikle şarkı söyleyen ağaçların seslerini duyabilen sadece onlar olurdu. Flüt ve harp, mandolin sesine karışır dondurucu soğuk gibi tüm benliğinizi sarardı. İşte İsqua bu anları asla kaçırmazdı, uzun gecenin ardından çalışmasını tamamladığında bu töreni izler ve yeni günü kızının ellerine teslim etmeden önce bunu yapmak için gerekli yarım saati harcardı.
Bazen Noola, gecenin son saatinde gelip babasına yazılar hakkında sorular sorardı. Hala birbirlerinden öğrenecekleri onca şey vardı. Gün bitiminde tapınaktaki çalışma salonuna bazen erken gelen bu sefer İsqua olurdu ve elbette kızı ile yine yazıtlar hakkında tartışırlardı. Şehirlerinde saygı duyulan bu ikili tapınağa biraz uzak sayılan mütevazı fletlerinde fazla zaman geçirmezlerdi. Defalarca tapınağa taşınmak konusunu tartışsalar da sonuçta hep bu fleti seçmektedirler. Yine gece bitmeden bir saat önce gelen Noola ile rahipleri izlediler. Ancak o gün doğumunda tapınakta garip bir şey oluyordu, bunu hatırlamakta gecikmeyecekti İsqua:
“Noola bugün, evet doğru ya bugün Hanımımız gelecekti.”
Omuz silken bir tavırla cevap verecekti kızı:
“Her günden bir farkı olamaz ya? Bizim için önemli olan…”
“Önemli olan yaptığımız iş ve bunu harika götürüyorsun kızım, seninle gurur duyuyorum. Şurası da var ki hanımın bizden isteyeceği bir şey var. Bana haberi ulaşmıştı, sana söylemekte acele etmemiştim.” diyerek bakışlarını avluya bakan pencereden ayırıp yanı başında sıra halindeki masalardan birine yaslanmış kızına gülümseyerek bakacaktı. Genç yaşına rağmen bilgelerin arasına giren elli yıllık gözbebeği kızına… Ve sözlerine devam etti İsqua:
“Gün Işığı Tanrısı Kimdir. Bu kitabı duymamış olamazsın öyle değil mi?”
“Bir efsane olan asıl kopyası nerede olduğu bilinmeyen kitap, yüzlerce kitabımız onu kaynak gösterir.”
“Evet, işte kızım bu kitabın şu anda tapınağımızda olduğunu söylesem.” Son sözleri söylerken sesini iyice alçaltmıştır, gerçi salonda ikisi dışında kimse yoktur ama tedbirli davranmak gereken bir bilgidir bu. Noola bu sefer gerçekten etkilenmiş olacaktır ki:
“Kadim zamana ait kopya mı?”
“Bu krallıktan bile kadim. İşte Hanım onun için rahiplerle konuşuyor, kitabı yeni teslim etmiş olmalı ve bizden kopyasını çıkartmamızı isteyecekler büyük bir ihtimalle.” derken tekrar pencereden aşağıya bakacaktı, kızının yüzündeki gülümsemeyi kaçırmadan elbette.
“Bu kadar önemli bir şeyi şimdiye kadar… Neyse sonuçta bir kitap işte, göreceğiz.”
Kahkahalar atarak gülerler.
----------------------------------------------
Şimdi o avluda olup bitenler, Doğunun Ülkesi Roona’nın nasıl bir güne uyanacağını özetler gibiydi. Kendi içinde tüm güzellikleri barındırmak isterken, tüm dünyadan ayrı kalmayı seçmiş Hanımı ile bunu yaşayan Doğunun ülkesi. Bilgeleri, rahipleri veya savaşçıları, kim olursa olsun yaşadıklarının Doğunun Ülkesi değil dünyaları; Karanlığın Kızı Morwen olduğunu iyi biliyor olmalıydı. Hanımları onlar için ne kadar güzel bir ülke kurmayı düşlese de sonuçta savaşlar devam ediyordu. Dünyalarına Morwen adını ilk verenlerden biri de Hanımları olabilir miydi?
İşte o avludaki birkaç asırlık yaşamı tamamlamış genç rahiplerden biri günü bunları düşünerek karşılayacaktı. Tüm bilgelerden ve diğerlerinden dinlediklerini tartmaya çalışırken, hep aynı yerde takılıyordu. Tanrılar neden bu savaşlar ile eğleniyordu. Ve beynini kemiren bu soruya daha fazla dur diyemeyecekti Kyerme:
“Hanımım Gün Işığı Tanrısından bir istekte bulunsanız ne isterdiniz?” diye sorma cesaretini gösteren tek rahip olacaktı. Herkes bir uğultu ile şaşkınlığını gizleyemeyecekti ki başrahibin konuşmasına fırsat vermeden hanımları Quendelie cevap verecektir:
“Bizim için adını koyduğumuz Morwen’in adını değiştirmemiz için bir fırsat isterdim.” derken kendinden emin Quendelie’nin sesinde tek bir titreme yoktur.
“Sanırım Nertetulwe ile ilgili konuşacaksınız.” derken rahibin küçümseyici tonu başrahibin dikkatinden kaçmayacaktı:
“Yapılması gerekenler yapılacak Kyerme, şimdi müziğe katıl.”
Quendelie istemediği bir dünya ile karşı karşıyaydı ancak bunu değiştirmenin yolunu bilemiyordu. Belki Gün ışığı Tanrısı ile ilgili kadim kitapta henüz kadim lisanlardan çevrilememiş bölümler onlara yol gösterirdi:
“Gün Işığı Tanrısı’nın anlatıldığı kitapta bir şeyler bulmak dileğimdir, o zamana kadar doğru bildiğimiz savaşımızda bize düşmanlık edenlere karşı koyacağız” dediğinde Kyerme kendini zor tutar, ancak sadece basit bir cümle söyler:
“Size güvenenleri yarı yolda bırakmayın hanımım, gerektiğinde kalbinizi dinlemeyi umun.”
Başrahip bu kez kızgın hanıma bile yüksek bir tonda cevap vermemesini isteyerek:
“Şimdi herkes müziğe, altın ağaçlara, yeşil olanlara ve bin bir renkte olan ağaçlara katılsın.”
Herkes bu sözler ile müziğe katılacaktı. Her şey unutulacaktı. Hepsi müzik olacaktı. Kyerme en hüzünlü olan notaları mandolini ile çalarken, bir diğeri en emin olduklarını, gün doğumu için flütü ile bir diğeri harpı ile ve pek çoğu sesi ile… İşte ağaçlar konuşurken karanlık dünyalarının güneşine böyle merhaba diyeceklerdi.
------------------------------------
Ve gün doğumunun şarkıları söylenirken elf yurdunda olmak. Bundan başka bir yaşam olamayacağını hayal edememek… Bu o kadar mümkündü ki, fletlerinde, dev salonlarında, nehirlerinde, ormanlarında yaşanması gereken sadece bu Doğu ülkesi idi.
Size verilen tüm yılların getirdiği hüzün, size verilen tüm güzelliklerle beraber yaşarken bu doğu ülkesinde başka türlü nasıl düşünürdünüz? Ülkenizi sizden almayı uman düşmanlarınıza nasıl karşı çıkmanız gerektiğini anlatan bir demirci çalışmaz mıydı tüm gün boyunca.
Demircinin dövdüğünün ne olduğunu merak etmeyecek kadar, ruhunuz elflerin savaşlarından kopuk olabilir miydi? Tek sorumlu hanımınız olamazdı ki! Şimdi gün doğumunda Doğunun Ülkesi’nde çocuklar müziğe katılacak, hüzün ve sevginin birbirine bağını taşıyacaklar. Belki de bilemediğiniz her karanlık savaşı için Morwen’e kızgınlığınız bundan olacak.
“Neden ?“ demeden günü geçmeyecek rahibin. Kyerme tüm bilgeler ile konuşacak. Ama yine de tek cevap bulamayacak. Belki de hüzün ve sevginin müziğini anlamaya çalışmayan, diğer ülkelerdedir suç olamaz mı demek aklına geldiğinde yine “Neden onlara anlatamadık?” demekten kendini alamayacak.
Düşünmeyi sürdürecek mandolinin notalarında:
“Sanırım bu elimizde değil, gerekenler yapılacak, tanrılara kızmak da çare değil, sadece içimdeki hüznü bir Nertetulwe’li anlayabilse.”
Tüm rahipler ve bilgeler işlerine dönerken Kyerme’yi geride bırakacaklar. Demirci çalışacak, çocuklar, oradan oraya koşturacak ve mandolin de sonunda susacak.
-------------------------------------------------
“Bana fısıldar mısın?” diye sorular soracak başrahip en yakınındaki altın yapraklı avlunun en kadim laurea ağacına. “Ülkemizin talihi ne olacak?”
Ağaç sanki uykusundan yeni uyanmış gibi derinden gelen boğuk çatırtılar çıkartacak ve rahibe gerçekten fısıldayacak:
“Şu çocuğu dinleyin, Nertetulwe kurulduğundan beri ben de onun gibi düşünüp durdum. Bu dünya ile bağlı olan tüm elfler düşünmüş olmalı. Sen de öyle değil mi? Başrahip kendin cevapla.”
Başrahip kendi ile hep konuşmuş kadim ağaca teşekkür ederek gövdesine dokunarak avluyu Kyerme’nin mandolini susmadan önce terk etmiştir.
Hanımlarına söyleyecektir. Belki Batı Ülkesi gibi onlar da Nertetulwe’li bir heyeti kabul etmeli, birer elçi bulundurmalıdırlar. Belki Morwen adını değiştirecek bu çabalar olacaktır:
“Hanımım, belki bunu düşünmeli…”
Quendelie sonunda cevabını verir:
“Kardeşime yazdığım gibi bu olanaksız bir istektir başrahip. Şimdi bu kitabın içindekiler anlaşılmalı, sizin bunla alakadar olmanızı istiyorum. Morwen’de düşmanlarımız asla durmayacaklar onlara başka bir koz vermeyeceğim.”
Başrahip biraz korku ile açılan ağzını eliyle örtüp, tekrar nefes alıp konuşacaktır:
”Yoksa Kuzey Doğudakiler?”
“Eminim ki Nertetulwe’liler bunu biliyordur. Beni kandıramazlar. İşte kitap, gerisi size kalmış.” diyerek Gün Işığı Tanrısı Kimdir elyazmasını tapınağa teslim eden Quendelie başrahibe gerçekleri göstermenin, haklılığının anlaşılmış olmasının iç rahatlığını yaşayarak tapınaktan ayrılacaktır.
Ve gün boyunca tapınağın her köşesinde ve sonra elf şehirlerinde fısıltılar susmayacaktır:
“Kuzey Doğudakiler!”
--------------------------------------------
Ooo güzel elf yurdu, yitip gidersen adını verdiğin dünya nasıl bir yer olur ki. Niye sensiz bir dünyanın yaşanabileceğini düşünürler ki. Sen olmadan boş bir gürültü olmaz mı Morwen?
Sana hayranlık duyan ama seni sevmeyenler, sana kıymet biçmek konusunda haklı mıdır? Yok, seni tanımaz onlar, sadece kendi dünyaları ne ise o kadarını bilirler.
Ooo güzel elf yurdu Morwen adını değiştirecek elfler olacak. Sadece elf yurdu olacak bunu başaracak. Oldu ki kaybedildi yurt, bu dünyanın adı bile olmayacak.
XIII. Bölüm Sonu
------------------------------------------------------
-Bölüm XIV-
Gerektiğinde
Sanki yapacakları başka işleri yokmuş gibi seni ararlar. Şimdiye kadar konuşmak için zaman ayırmamış kim varsa, kapını aşındırıp durur. Hiç beklemediğin ve çok beklediğin herkes hiç istemediğin bir zamanda, peşine düşmüştür işte.
Paleadon donmaktan son anda kurtulmuş, perinin büyüsü ile yanmakta olan bir ateşte hayat bulmuştur. Bilmediği ne varsa hepsi bu peri ile ilgili gibi gelmektedir. Şimdi alevlerin aralarına girmesine izin vermiş periye, bakıp bakmamak konusunda bile şüphelidir. Hafifçe eğmiş olduğu bakışlarını alevlerin ardında gezindirmeye karar verir. Şekilleri seçmek kolay değildir. Gözleri onu yanıltıyor olabilirdi ama konuşanları duyunca yanılmadığına kanaat getirecektir. Peri yalnız değildir. Bir grup peri, yaklaşık yirmi küçük kanatlı, kırk üst kanadı, gözün görmekte zorlanacağı kadar hızlı çırparak yuvarlak sırada havada dizilmiş, bir şeyler tartışmaktaydılar.
“Artık zamanıdır. Bundan iyi fırsat mı olur?” Farie, etrafında toplanmış olanlara zaman zaman yaklaşarak sözüne devam edecektir:
“Benim, kadar akıllı bir peri çıkmamıştır aranızdan.”
Şimdi, hepsi hep bir ağızdan:
“Seeen, seni kendini beğenmiş.”
Farie kıkırdayarak:
”Hıhı, kiki ben bir plan yaptım bile. Ben Farie.”
Bu sefer Paleadon kulaklarını dört açmıştır. Ona doğru bakmadıklarından emindir ve bu garip duruma nasıl düştüğünü sorgulamayı bırakıp, günü yakalamak gerektiğini bilecek kadar aklı başındadır.
Şimdi, Paleadon’un duyamamaktan korktuğu bir andır. Neyse ki fısıldamaya kalkışmadan doğrudan planını anlatacaktı peri.
Resim: browse.deviantart.com/?q=fairy+and+bird#/d36oj4j by streamline69.deviantart.com/
--------------------------------------------------
Demek planı var bu küçük şarlatanın diye düşünmeden edemiyordu ve duydukları karşısında dehşete düşmeyecek birisi idi Paleadon, ölümle daha önce çok yüzleşmişti. Ama sonsuz bir hapis, olabilir miydi?
Farie söze girecekti. Ballandıra ballandıra anlatacaktı tabii ki:
“Benim gibi planlar yapanınız olmasa ne olurdu? Tamam, canım değerimi her seferinde hatırlatmanız yeterli olacaktır. Ki ki…”
Paleadon daha fazla bu sesi duymamak için her şeye razı olabilirdi, ama sonsuz bir hapis dışında.
“Seni seviyoruz Farie, sende ne fikirler vardır hep biliriz, hadi bakalım söyle bize şu insan nasıl bir planın parçası hihi.”
Hepsi birden eğlenir gibi gülüşüp, kıkırdayacaktı:
“Hıhı kiki, hihiii hii...”
Gülüşmeler biraz kesildiğinde, övgü faslı sonsuza kadar sürecekmiş gibi gelse de Farie, küçük planını aklınca çaktırmadan açıklayacaktı.
“Artık taşınıyoruz. Buradan sıkıldık dimi?”
Daire şeklinde etrafına toplanmış olanlara yaklaşarak hepsinden onay alacaktı:
“Evet, sıkıldım.”
”Bıktım ben de, toplanalım mı?”
“Ben şimdi ne desem, nasıl, nereye, amaann ben de çok sıkıldım.”
Farie, gülmeye devam edecek geri geri uçarak ortalarına geçecekti yine:
“Hi hii Ki kii, ben Farie değil miyim? Söylemez miyim?”
Tüm bunlar olurken Paleadon sinirinden çıldıracak gibidir. Tüm soğukkanlı yaşayanları çileden çıkartabilirdi bu peri.
-----------------------------------------------------
Gerektiğinde veya öyle geliştiğinde küçük şeyler ile birbirine bağlanır, önemli olaylar, ölüm kalım meseleleri. Belki Farie’nin dilinden dökülecekler Morwen’in tüm kaderinde etkili olacaktır, kim bilebilir?
“Şimdi bu adam Paleadon, önemli bir Lord dünyalarında…”
Konuşurken eli ile bizimkini işaret etmektedir peri ve bunun sonucu olarak hepsi ateşin etrafından üstünden uçuşup hayret nidaları atarak, Paleadon’u tekrar incelemeye başlarlar. Paleadon gözlerini kapatmış, hala şokta olduğu izlenimi vermek için titremesini durdurmamaya özen göstermektedir.
Sonra. Sonra periler ilgilerini kaybedip yine Farie’nin bulunduğu ateşin öbür tarafına toplanacaklardır. Şimdi adım adım gitmelidirler. Soruyu patlatır bir tanesi:
“Nerelerin Lord’uymuş bu adam?”
Farie yine gülme krizi geçirir gibi sesler çıkartıp anlatmaya koyulacaktır.
“Çok geldi buralara, sonunda bir gün yanından ayrıldığımı düşündürüp göldeki taşlıkta saklandım. Suya attığım küçük çakıl taşı ile oradan ayrıldığım izlemini verdim.”
Meraklanan periler “Ooo” nidaları atıp duruyor Farie keyiflene keyiflene anlatıyordu ki Paleadon aptal yerine konulanın kendisi kadar Taş dediği kâhinin de olduğunu, ya da bilse de ses çıkartmadığı ikileminde delirmemek için kendini zor tutuyordu. En çok söylemek istediği cümlelerin başlangıcında “Demek” kelimesi yer alıyordu ama ses etmeyip, ağzından kaçırmamak için kendini zorluyordu.
---------------------------------------------------------------
“Duydum ben, çok renkli, karmakarışık bir dünyaları var, oraların Lord’uymuş bu adam.”
Bu sefer Farie bilmiş bilmiş bir dakika öylece beklemekte, hepsinin onu takdir etmeye devam etmesini ummaktadır. Paleadon bu son cümle ile başını iki yana sallamakta acı, acı gülümsemektedir.
Dakikanın sonunda biri Farie’nin kolundan tutarak:
“Gidelim bir bakalım, burada sayımız giderek azaldı, başka perilerle de tanışırız, bizi göllerine kabul ederler belki.”
“Gidelim Farie!”
“Gidelim.”
Farie bu sefer dilindeki baklayı çıkartacaktır elbette:
“Druid diye biri var, bizi izledi Paleadon’u alıkoyduğumu biliyorlar. Çıkışımız için yol bulmaları gerektiğini biliyorlar. Beni izlerken benim de onları dinlediğimden habersizdiler. Ki kii hihi hıhı kikiki”
Şimdi perilerin etrafa saçtıkları ışıklar, renk cümbüşü yaratacak kadar canlıdır. Belli ki hepsi heyecanlanmıştır:
“Ne yapacağız Farie, geçitten geçmemize imkân yok. Kanatlarımı kaybetmek istemiyorum ben.”
“Ben de.”
“Kiki ki hı hı ben de.”
“Öyleyse, büyü için kelimelere ihtiyaç var dimi?” diyen hepsinden gür bir ses çıkartan birinin sesidir. Neye uğradıklarını şaşıran periler donup kalmış, Farie adeta saklanacak yer arayan çocuk gibi bir ikisinin arkasından korkarak, Paleadon’un alevlerin ardındaki korkutucu heybetli siluetine bakmaktadır.
“Az kalsın ölüyordum, Farie ve burada belki sizle hapis oldum. Adamlarıma güvendiğim için o büyülü sözlerin size ulaşacağına da güveniyorum. Gerektiğinde, tüm dünyamı arayıp bulacaklardır.”
Farie bu sefer biraz cesaretlenmiş, anlaşma yapar gibi bir tonda:
“Gerekecek.”
-----------------------------------------------
Gerektiğinde konukları karşılamak için, başka biri olur yerinizde. O başka biri canınızdan çok sevdiğiniz ise şanslısınız.
Gerektiğinde sizin için uçsuz bucaksız dünyada, bilinmeyen yazıtları arayacak adamlarınız olup olmadığını bilmeniz mümkün müdür? Sizi sonuna kadar gözden çıkartmayanlar olabilir mi?
Her gün yitip giden onca adama siz de katılsanız, birilerinin umurunda olmanız için bir şeyler yapmış olmalıydınız. Yeterince değerli olduğunuz konusunda onları ikna etmiş, gönül kazanmış olmalıydınız. Ve zamanı geldiğinde savaş meydanında adamlarının arasında düşerken, aklınızdaki barış şarkısını diğer lordlara söylemiş olmanın gerekliliğini yerine getirmiş olmalıydınız.
Paleadon’un bunu yapacağını konukları zaten biliyordu, kral da biliyordu ve yine de konuklar sonunda onun topraklarına ulaşırken karşılarında oğlu Arcanian’dan başkasını bulamayacaklardı.
XIV. Bölüm Sonu
--------------------------------------------
-Bölüm XV-
Konuşulanlar
Sonunda toplandılar, bu dünyanın görüp göreceği en umutsuz umuttular. Sonunda toplandılar, konuk oldukları toprakların sahibi olmadan toplandılar. Öylesine kolay oldu ki kaybolması umudun, kimse farkına varamadı varlığının.
İlk ulaşan Thundorin, eşi Anvilin ve oğulları oldu sınır kasabalarına. Hepsi yol boyunca sevgi gösterileri ile karşılandı. Paleadon topraklarının Kuzeydoğu’sundan gelen cüce konuklar hep böyle karşılanmıştı zaten. Bu kez de farklı olmayacaktı ki Thundorin ve Paleadon’un dostluğu dillere destandı zaten.
En umutsuz savaşlarda beraber yaralar almışlar, ön saflarda birliklerini yönetme konusunda yarışmışlardı. Çok şey görmüşler ve çok kararlar almışlardı. İşte Thundorin, yolda haberi alacaktı:
“Bu da ne demek oluyor, Paleadon gelemeyecek mi? Şimdi ben hangi cüce tanrısına lanet okuyayım!”
Oğlu Arkentor, bu son cümleyi duymuştu ki kendini tutamadı, atını öne doğru sürmeden önce:
“Thundorin’i en çok kızdıran tanrı hangisi ise… Ha ha bu yolculuk keyifli geçecek demiştin baba yanılmamışsın.”
Thundorin şimdi burnundan soluyarak, etrafındakilere emirler yağdıracaktır:
“Tüm dünya kaybolmadan şu adamın malikanesine ulaşmamız gerek, hızlanın dedim.”
Anvilin, kaşlarını çatmış:
“Bir şekilde açıklaması vardır Paleadon’un yokluğunun Thundorin, O senin dostun ise bizim de öyle.”
Thundorin, diğerlerine yükselttiği sesini bu sefer kontrol ederek:
“Ama sevgili eşim, bu nasıl bir komplo?”
Resim: browse.deviantart.com/?q=messenger+and+king#/d38sk4b by lamlok.deviantart.com/
---------------------------------------------------
Kuzeydeki geçitlerden giriş yapan gruba da aynı haberi taşıyan ulaklar, sürpriz yapacaktı. Airimokala duyduğu ile sinirinden çılgına dönmüştü:
“Demek bu topraklarda bir düzen sağlanamamış hala. Ya da bize bundan söz edecek kimse yok, düzenden haberi olan var mı? Tanrıların fısıldadıklarından. Paleadon’un ne düşündüğünü söylemek için bizi çağırması zaten yeterince komikti!”
Ulak bu kadar ileri gidilmesinden rahatsız olmuş ve konuşmadan edememişti:
“Efendimizin oğlu genç Arcanian sizleri konuk edecek saygıdeğer rahip.”
Airimokala gözlerini kısarak mola verdikleri yerden ayrılıp at arabasına yönelecekti:
“Bunca yolu teptik, bakalım daha neler duyacağız. Belki en iyisi geri dönmek!”
Bu sefer konuşulacaklar olduğunu iyi bilen kadın rahip en yumuşak tonda ulağa:
“Ben İstyar, rahip Airimokala ne kadar haklı olsa da bu karmaşanın çözülmesi için görüşmeye gitmek isterim.”
Ulak, biraz tedirgin bir sesle arabaya binmekte olan Airimokala’ya göz ucuyla bakarak:
“O zaman…”
Airimokala sinir krizi geçiren birinin ses tonu ile ki bu genelde kullandığı tondu:
“O zaman acele edelim de genç efendinize yetişelim.”
Ulak İstyar’ın şefkatli yüzüne bakarak yanlış bir cevap vermemesi gerektiğini anlayacaktı:
“Size eşlik edelim efendim.”
---------------------------------------
Kuzeybatı dağlarının soğuk dünyasının son uzantıları olan sınır bölgesinden, giriş yapanlar ise ejderha efendileri idi. Sınırda coşku ile karşılanmışlardı. Bu bölgenin halkından, dağlara zaman zaman yolculuk yapanlar ejderha efendilerini tanırdı:
“Bak kızım bu Fenume, kendisi şu an yaşayan en kudretli ejderha efendisidir.”
“Fenume ejderhalarla mı konuşuyor, sen hiç ejderha gördün mü baba?”
Adam, bir yandan gelenleri yolun kenarında izlerken cevaplar:
“O şimdiye kadar gördüğüm en korkunç şeydi. Büyük bir zafer geçitinde idi Fenume, tıpkı dün gibi Urulooke ile yürümüşlerdi aramızda, dağların en bilinmez zirvelerinde yaşayan ejderha ile…”
Çocuk bu sefer biraz korkmuş bir tonda:
“Onlar iyi kalpli mi?”
Adam birkaç saniye susarak:
“Bize karşı hep iyiler kızım.”
Fenume, görkemli ejderha başlığını sadece zafer yürüyüşlerinde ve kendi bölgesi dışına gittiğinde giyerdi. Bu onun kim olduğunu anlatır gibiydi. Görkemli bir geçmişin son temsilcilerinden bir ejderha efendisi… Onlara da haber ulaşmakta gecikmeyecekti. Tüm kafile, etraftakilerin şaşkın bakışları ve sessizliklerinde ulağın sesi ile rahatsız bir bekleyişe geçecekti.
Fenume atını durdurduğunda kardeşleri ve arabaların hepsi sessizliğe gömülecekti. Ulağın söylediklerine karanlık ve acının hakim olduğu yüz ifadesi ile cevap verecekti Fenume:
“Demek ki Nertetulwe için hep böyle olacak, bilinmeyen bir gelecek.”
Ulak: “Size eşlik edelim.”
Fenume ilerlemeye başlayacak:
“Elbette.”
---------------------------------------------------------------
Kralın habercileri hepsinden önce ulaşmıştı malikaneye. Paleadon’un kurtarılması için, Kütüphane’nin istediği kitapları nasıl bulacaklarını tartışan genç efendi Arcanian, Aryante ve Silmolin’in imdadına yetişmişti adeta bu haberciler.
“Lord Paleadon’dan kralın istekleridir. Kendisi neden bizi karşılamaz.” İki kişiden önde duranının Arcanian’a hitap sesi üstten ve küçümseyicidir.
Arcanian yanıtlarken, tüm gücünü kullanıp büyük bir yükü üstlenen birinin sesine sahip olduğunu göstermiştir:
“Kralın habercisine açıklayabilirim. Lord Paleadon kayıptır, onun yokluğunda toprakların yönetimi, kralın da izniyle, lordun varisi ben Arcanian’a aittir. Şimdi seçim yapın, elinizdeki mektubu ve aklınızdakileri bana teslim edin ya da uzun bir bekleyiş ile Paleadon’un gelmesini umun.”
Haberci tecrübeli bir diplomat gibi bu denilenlerin gerçekle ilgili olduğunu anlamıştır:
“O zaman, Paleadon oğlu Arcanian en kısa zamanda kralı ziyaret etmelisiniz. Ve bu mektubu gizlilik derecesi bir alt seviyede olduğu için size teslim edebilirim.”
Parmaklarını şaklatır gibi yaparak ardındakine işaret edecektir adam. Arkadaki adımlarını Arcanian’a doğru atarken Aryante şüphe ile ikisinin arasına girecektir:
“Bu kadar yeter, mektubu ben ona vereceğim.”
Bu gerginliği bitiren yine tecrübeli olan haberci olacaktır:
“Tamam, Emir subayına teslim et.”
Diğer haberci küçümseyici bir gülümseme ile mektubu Aryante’ye verecektir. Tüm bu curcuna bittiğinde mektup, Aryante’nin elinden Arcanian’ın eline geçecektir. Mühür açılıp içindekiler okunurken haberci konuşacaktır: “Burada yapılacak toplantı sonuçlarını da krala bildirmekle görevliyim. Mektupta belirtilen, elflerin Günbatımı Ülkesine göndereceğiniz kişiye de eşlik edecek olan bizleriz.
Mektupta kralın kış için Günbatımı ülkesine, dokuz sütundan birer kişi ve kral bölgesinden en az beş kişinin gideceğini, bunun diplomatik bir görev olduğu anlatılmaktaydı. Onlardan da istedikleri bir kişi seçmeleri idi…
Arcanian’ bu altın bir fırsat gibi görünmüştü. Yapmaya çalıştıkları planlar için bir çıkış yolu idi bu. Fazla düşünmesi gerekmeyecekti. Habercileri dinlenmeleri için göndermeden önce bu durumu hemen netleştirmeyi seçecekti:
“Lord Paleadon’un en güvendiği subayı Aryante gidecek kişidir. Krallık sınırları boyunca yanında muhafız birliğimiz ve Silmolin de hazır bulunacaktır.”
Haberci küstahlığını sürdürerek:
“Genç Efendi kararlarını çabuk alıyor.”
Arcanian olgunlukla cevap verirken görüşmenin sonuna geldikleri imasında bulunarak:
”Bu hepimizin şimdiye kadar yapması gerekendir.”
-----------------------------------
Toplantı başlamak üzereydi, gün ilerlemiş akşama kavuşmaktaydı. Gelenler ahırlarda ve avlularda iken, halk sevgi gösterileri yaparken, Arcanian en ağır yükleri omuzlarında taşırken plan yapmalıydı.
Aryante görevlendirilenin kendisi olduğuna pek şaşırmamıştı. Arcanian ile Paleadon’un çalışma odalarından birinde Silmolin yanlarında değil iken bunu konuşma fırsatları olacaktı.
“Kitaplar getirilecek en kısa sürede Aryante bunun için elinden geleni yapmalısın. Biliyorum bu çok zor olacak. Ama Silmolin seninle olacak, gerekirse elf yurdunda bile.”
Arcanian, Aryante’nin söyleyeceklerini merakla beklerken bu cümleleri kurabilmişti.
“Bu ölümle sonlanabilecek görevi kabul ediyorum lordum. Paleadon’un yüzüstü kalmasına asla izin vermem.”
Sadece düşünceli görünüyordu kadın, Arcanian anlamakta gecikmedi:
“Bir plana ihtiyacın var.”
“Evet ve bunun için elf yurduna varmalıyım.”
“Zaman alacak belli ki, bu ülkeyi yönetmeliyim. Babamın en güvendiği Thundorin idi. Ona bahsedeceğim.”
Aryante biraz endişeli:
“Yani Paleadon için kendilerini tehlikeye atarlar mı?”
Arcanian emin:
“Bilmiyorum ama en azından sözlerimizi açık etmeyecekler zamanında babam söylemişti, cüce efendisi ile böyle bir durum için sözleşmişlerdi. Biz demek onlar demek Aryante bunu biliyorum.”
Arcanian’ın yüzündeki mimiklerden bu sözlerin doğru olduğu gün gibi açıktı.
Ve konuklar toplantı salonuna alındığında konuşulacaklar olacaktı.
XV. Bölüm Sonu
--------------------------------------
-Bölüm XVI-
Aşk Tanrıçası Melesse’nin Sevdiği
Günbatımı Ülkesi’nin Hanımı Ninque’nin, en sevdiği kitap ile geçirmeyi planladığı bir kış gecesi başlamıştır bile. Bu kitap, kopyaları elden ele dolaşan bir eser değildi. Kim bilir Aşk Tanrıçası Melesse’nin Sevdiği isimli kalın cilt, halkın bildiği şeylerden fazlasını anlatmıyordu belki de. Ancak Ninque, bundan bölümleri, Anduunie’ye yüksek sesle okumak için yine kış gecelerini seçecekti.
“Varlığımı hissettiğim andan beri, bu sonsuzluk olmalı, birilerine ilham kaynağı olmak istedim. Çok sevilen, sevilişinde bir azalma varsa hiddetlenen, aşk dışında pek bir şeyin önemli olamayacağına çok kişiyi ikna etmiş ama sonra gerektiğinde bunun fazla ileri giden bir varsayım olduğunu düş kırıklıklarında öğrenmiş, bir tanrıçayım. Bir aşk tanrıçası, kardeşlerim veya diğer aşk tanrıçalarından belki başka öyküler dinleyeceksiniz ama bu elinizde tuttuğunuz Melesse’nin öyküsü.”
Gece yıldızları sunar iken Günbatımı ülkesinin hanımı kitabın ilk sayfasından kış okumalarına başlamıştır. Görmesi için yazılanları bir tek ışık kaynağı yeterlidir ve gereklidir; yıldızların o dondurucu ışınları. Bu yüzden tüm kış sürecektir okumak, her gece belki bir süre kendini gösterirse yıldızlar, bulutlar izin verdikçe.
İşte kral Anduunie’ye okuyordu yine, kimselerin bilmediği gençliklerinden beri orada olan bir derme çatma flette sırt üstü yatmışlar iken… Gökyüzüne açılan çatıdaki boşluktan yıldızları izlerken Anduunie, Ninque’nin o güzel sesine hayran iken her seferinde, yine o flette.
Resim: emanuellakozas.deviantart.com/art/Hellenic-Mythology-Aphrodite-Goddess-of-Love-320254062 by emanuellakozas.deviantart.com/
---------------------------------------------
Bu sefer, kitabın sayfaları arasından bakışlarını Anduunie’ye çevirerek:
“Benim düş kırıklığım sadece seni kaybedersem olacak. Tüm düşler ve yaşayan şeyler belli ki değer yitirecek.”
“Anlıyorum şu savaş, Nertetulwe ile…”
Anduunie, sözüne devam etmeden önce Ninque çoktan kitaba bakışlarını çevirmiştir bile, sayfaları karıştırır. İlerleyen sayfalardan atlayarak gidecektir, belli ki hepsini tek tek okumadan önce en sevdiklerini şöyle bir bir tekrarlayacaktır.
“Ah işte!”
“Beni dinlemiyorsun öyle değil mi Ninque?”
Sadece bir an birbirlerine bakmaya fırsatları varmış gibi hızla ona bakıp kitaba tekrar gömülür Ninque:
“Şu bulutlar her yeri sarmadan birkaç satır okumalıyım.”
“Ve ben de bunun için, aslında senin için ve kendim için buradayım.”
“İşte Talanta’yı ilk tanıdığı bölüm, önceden ona âşık olanlardan farklı biri olduğunu nasıl anlatıyor bak.”
“Savaş meydanlarından nefret ederdim, ancak sonunda anlamıştım. Acı çekenlerin bana ihtiyacı vardı. Savaşı bitip ölüme kavuşmak üzere olanların… Onların sevdiklerinin görüntüsü ile son anlarını bir anlık tebessüme döndürmek. Ne kadar yalan da olsa bunu çok yapacaktım. Ve son anlarını yaşayanlarda kimi zaman bir damla gözyaşı kana karışırken, içime akan damlaların ağırlığı beni her geçen gün daha fazla aşkı arar yapacaktı. İşte çarpışıp düşenlere, son görevlerini yapanlar arasında yalnız olmadığımı öğrendiğimde, o siyahlar içindeki meleği tanıyacaktım.“
“Savaş meydanında düşersem…”
“Sus.”
------------------------------------------------------
“Yardım isteyen, elini zar zor havaya kaldırabilen bir elf savaşçının yanına doğru yürüyecektim ki, benden daha hızlı davranıp bir göz kırpması süresinde elini tutacaktı biri. Rüzgârı hissedebilirdim ve onun bir melek olduğunu da anlamakta gecikmedim. Elini tuttuğu elfin duyabileceği en güven veren kişinin sesi ile konuşuyordu: ‘Dayanmalısın, sana yardım edecekler, şimdi gidiyorum. Senin için gelecekler.’ Elf savaşçı yanıtını vermekte zorlanarak: ‘Kralım.’ Elini ölüm için gevşettiğinde savaşçı, görüntüsünü elf kralınınki ile değiştirmiş olan melek hüznün ne olduğunu en iyi bilenlerden olduğunu gösterecek biçimde usulca savaşçının elini göğsüne yerleştirip etrafına umutsuzca bakacaktı. Siyahlar içindeki görüntüsüne tekrar büründüğünde onun kim olduğunu merak eden biri olacaktı.”
“O gün, onlarca, yüzlerce savaşçıya umut olmaya çalışacaktı ki her şey bittiğinde, bulunduğu yeri bulmam zor olmayacaktı. Bu Nertetulwe’lilerin inşa ettiği küçük, yıkık bir Yaşam Tanrısı tapınağı idi. Orada söze karışacaktım.”
Bu sefer ezberinden okuyacaktı Ninque:
“Ben Melesse, Yaşam Tanrısı ile değil de benimle dertleşir misin?”
Yanıtı gecikmeden, dün okunmuş gibi verecekti Anduunie:
“Yaşam için ne söylersin tanrıça Melesse?”
Yanıt gecikmeden Ninque’nin dilinden dökülecekti:
“Senin gibi duyguları olanların hak ettiği şey yaşam ve güzellikleridir.”
Kitaptan devam edecektir Ninque. Sadece biraz dinlenirler. Birbirlerinin gözlerinde yıldızların yansımalarına bakmayı şimdilik tercih edip, sessizce geceyi dinlerler.
----------------------------------------------
“Ona sonunda gerçeği söyleyecektim: ’Tüm duyguları şimdiye kadar hissettiğimi sanırdım. Bir düşmüş meleğin savaş meydanlarında, savaş anlarında değil de tıpkı benim gibi geriye kalanların acılarını anlamış olması. İşte bu, şimdiye kadar hissetmediğim bir duygu, sanırım hayranlık duyguları böyle bir şey Talanta.’”
“Ve tabii ki O da bu sözlerimi boşa çıkarmayacaktı: ‘Siz gözümdeki en sevgi dolu tanrısınız Melesse ve ben bu ismi her söylediğimde, isminizdeki sevgiyi, hayır içimdeki aşkı düşünmeden edemiyorum.’ Sözleri hayal edebileceğim en güzel sözler olmalıydı. ”
Kitaptan bir kısım daha karıştırmıştır Ninque. Tekrar gözlere dönerler birbirlerine hayran iki elf. Günbatımı ülkesinde kimselerin onların kral ve kraliçe olduğunu bilmediği şu terk edilmiş flette, tıpkı Melesse ve Talanta gibi hayal edebilecekleri en güzel sözleri bakışları ile anlatırlar birbirlerine.
Sonra bir baykuşun gece sessizliğini haber vermesi ile kitabı kapatır Ninque.
--------------------------------------------
Kitap yanı başlarındaki sehpaya bırakılır. Sadece kendilerinin ve tanrıların duyabileceği sözlerini söylerler. Hepsi ama hepsinin, sadece tanrılarca duyulduğuna şüpheleri yoktur. Ve belki Melesse tarafından da…
Sözler kendini aşka teslim eder, o flet onların Morwen’deki tek evidir aslında ve onların birbirlerine sarılması gibi onlara sarılmıştır flet, gece ve tanrılar.
Sözlerin tanrıların kulaklarına uçup sonra unutulduğunu düşünmeden edemeyiz tabii ki. Melesse’nin bir planını bilmemektedirler oysaki. Kitaba sahip olana, bu ikilinin, kimsenin şimdiye kadar okuyamadığı ve giderek çoğalan ek sayfaları vardır… İşte tüm sevgi sözleri buraya yıldızlardan alınan ışıklar ve tanrıların eli ile yazılıp durmaktadır.
Bu kitaba sahiptiler ancak bunun ne kadar süreceği belirsizdi. Belki yurtları da ellerinden gidecekti. Belki o flet bir gün alevlerin içinde kalacak, heyhat belki biri yaşayıp diğeri… Aşk tanrıçası Melesse bundan da bahsetmiş olabilir mi? Eldekilerin değerini bildiği belli.
Birkaç bulut geçer, baykuş yeniden seslenir ve gece ilerleyecektir. Tanrılar ne bir ses eder ne bir sır verir, belli ki yaşam böylesine özel, böylesine değerlidir. Melesse’nin sevdiği biraz da belki bu ikilide gizlidir.
XVI. Bölüm Sonu